KOBİLER, Türkiye ekonomisi, kalkınma ve yenilikçilik konusunda www.diyalogo.com'da yayınladığım yazılardır.
21 Ekim 2009 Çarşamba
Rekabet Avantajı için Strateji
Bu köşeyi takip edenler rekabetçilik konusuna oldukça fazla değindiğimi bilirler. Çünkü ben Türkiye’nin -AB ile Gümrük Birliği ile elde ettiği- rekabet avantajını, Çin’in Dünya piyasalarına nüfuzu ile gittikçe kaybettiğini ve yeniden kazanmak için de önemli bir strateji geliştiremediğini düşünüyorum. Bu konuyu Diyablog’da defalarca işledim... Doğrusu, Michael Porter ile birçok konuda aynı görüşte olduğumuzu görmekten büyük bir mutluluk duydum.
“Eğer Türkiye bir şirket olsaydı, hissesine yatırıp yapar mıydım? Cevabım, ‘Evet, kesinlikle’ olurdu”, diye söze başladı ünlü profesör. Türklerin fırsatları iyi değerlendiren, çalışkan, esnek, hızlı ve becerikli tüccarlar olduğunu kaydederken, günümüzün rekabet ortamında bunun yetmediğini, başarı için rakipsizliği hedefleyen bir strateji izlenmesi gerektiğini ifade etti.
Konuşma çarpıcı ifadelerle devam etti : “Gelişen olgulara en uygun tepkileri veriyor olmak, en iyi olmaya çalışmak, başkalarının kurduğu bir oyunda yenilmemek için çabalamaktan başka birşey değildir. Daha çok çalışmak değil, daha akıllı çalışmak gerekli...
Önemli olan rakibinizin giremeyeceği bir oyunu kurmanız ve onu oynamanız. Çok alana dağılacağınıza bir alanda rakipsiz olun. Gözünüzü dışa açın, kalıcı başarı sınırların ötesinde. Komşu ülkelerden başlayarak, bölgesel pazarlarda lider olun; oralardan dünya pazarlarına açılın. Türkiye kendini ve bölgesini geliştirerek, bir ‘Dünya Lideri’ olabilir”
İş yaşamında kısa vadeli başarılarla avunmaktan vazgeçip, ülkece, sektörce ve şirketce yeni ve büyüme potansiyeli yüksek alanları seçmek, bu alanlarda güçlü konumlar hedefleyen uzun vadeli stratejiler geliştirmek lazım. Logo pazar liderliğini büyük bir rakibin olmadığı bir alanda, yıllarca dirayetle çalışarak elde etti. Bugün de sektördeki konumunu korumasının en temel nedeni, artık, cebine parasını koyan herhangi bir rakip tarafından kopyalanamayacak bir rekabet avantajı elde etmesinde yatıyor.
Türkiye’de iş yaşamında taklitçilik ve kolaycılık çok yaygın. Bazı büyük holdinglerimiz bir yabancı fast-food zincirinin temsilciliğini aldıklarında içim acıyor, çok üzülüyorum. Kendilerine emanet edilen kaynakları verimsiz alanlarda tüketiyorlar. Bunun yanında dünya çapında başarılara imza atabilecek yaratıcı KOBİ’ler ne yatırımcı ne de kredi bulabilirken, bazı KOBİ’lerimiz de birbirinin taklidi yatırımlarla devlet teşviklerini, kendi sermayelerini heba ediyorlar.
Türkiye’nin en büyük sorunu işsizlik. 2001 krizinde işten çıkarılan işgücü tümüyle üretime dönemeden, yeni bir kriz nedeniyle daha da fazla insanımız üretimden koptu. Michael Porter, rekabet üstünlüğü olan işletmeler kurmadan büyümeye geçemeyeceğimizi, işsizliği düşüremeyeceğimizi söylerken, bir ülkenin kalkınması için kadınlar dahil çalışabilecek tüm nüfusun ekonomik faaliyetlere katılımının gerekli olduğunu vurguladı.
Biraz yumurta, tavuk hikayesi gibi ama, şapkayı önümüze koyup düşünmenin zamanıdır. Kara kara değil, umutla ve akılla...
6 Ekim 2009 Salı
Atılım zamanı |
e eksik, yanlış bilgilerini düzeltmeye davet ediyoruz. Doğru girilen ve çekici bir fotoğrafla desteklenen ürün bilgilerinin “Türkiye’nin iç pazar Alibaba’sı olan” www.diyalogo.com daki iş başarınızı artıracağını hatırlatmak istiyoruz. |
20 Ağustos 2009 Perşembe
Komşuyla Ticaret
İran’a Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) başkanı Dr. Tayfun Acarer’in başkanlığında, iki ülke arasında telekomünikasyon ve bilgi teknolojileri konusunda yapılabilecek işbirliklerini görüşmek üzere gittik. Bizler, telekomünikasyon şirketlerinin üst düzey yöneticileri ve sektörel derneklerin başkanları olarak heyette özel sektörü temsil ettik.
Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, İran çok önemli ve büyük bir ülke. Türkiye olarak ülkemizin doğusunda yer alan herşeye karşı küçümseyici bir önyargı ile yetiştirildiğimizden, bu ülkeleri pek tanımıyor, öğrenmiyoruz. Oysa kültürel ve etnik bağlarımız var İran’la. Tahran’da hemen hemen her yerde Türkçe konuştuk. Türk kökenli Azerilerin nüfusun en az üçte birini teşkil ettiğini öğreniyoruz.
İran’ın telekomünikasyon teknolojisinde oldukça ilerlemiş ve kendine yeterli hale gelmiş olduğunu gördük. Cep telefonu bile üretiyorlar. İç pazarda oldukça etkin bir korumacılık ve teknolojik girişimlere devletin büyük bir desteği var. Türkiye yakında İran’dan bazı telekomünikasyon gereçlerini satınalmaya başlarsa hiç şaşmayın.
İran, Yunanistan gibi komşu ülkelerle ticarette en önemli sorunlardan biri, benzer gelişmişlik düzeylerine sahip olmamız, benzer ürünleri üretiyor ve benzer ürünleri alıyor olmamız nedeniyle alışverişin kolaylıkla başlayamaması. Herkesin satıcı olduğu bir ortamdan da kolay kolay iş çıkmıyor. Görüşmeler, iyiniyet konuşmalarına, kültürel muhabbetlere dönüşebiliyor. Üçüncü ülkelerde yapılabilecek muhtemel ortak girişimlerine değinilerek hiç olmazsa boşa konuşmayalım deniyor. Yunanistan görüşmelerinde böyle olmuştu. Orada Balkan’lardan ve Türki Cumhuriyetlerden bahsedilmişti. İran’da ise hakkında konuşulan ülke Irak oldu. İran’lı işadamları Irak’ı İran’ın yönettiğini ima ettiler. Irak’ta 1.5 milyon insanın ölümüne yol açan George Bush’a kına göndermek lazım.
İran tarım ve sanayide büyük atılım yapmış; ancak hizmet sektöründe alacakları çok yol var. Potansiyel olmasına rağmen turizm yok, otellerdeki hizmet düzeyi geri. Devletin iş yaşamındaki varlığı oldukça yüksek ve korumacılık her yerde ve zeminde hissediliyor. Pazarlarını kontrollü bir şekilde dış rekabete açmak istediklerini, yabancı yatırımı çekmek için çalıştıklarını söylüyorlar. Uluslararası tahkim mekanizmalarını tanımadıkları için, yapılan yatırımların ciddi riskleri olabiliyor. Türkiye’den İran’a yapılmış olan iki büyük hizmet sektörü yatırımı da maalesef hayalkırıklığı ve zararla sonuçlandı. Tahran havalimanını yapan TAV’ın ve Turkcell’in zararları büyük olmuş. Bu gelişmeler Türk iş aleminde İran’a karşı büyük bir güvensizlik oluşturmuş. Ancak bunun aşıldığını ve her boydan işletmenin İran’da iş yapmak için yollar araştırdığını görüyoruz.
Doğrusunu söylemek gerekirse bu iki projeye engel olmuşlar ama daha iyisini de yapamamışlar. TAV ve Turkcell ‘in Türkiye’de verdikleri hizmetin kalitesi İran’da şu anda ulaşılan düzeyin çok üstünde. Dış yatırımın ve rekabetin bir ülkenin gelişim düzeyine katkısını rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Bunun yanında biz korumacılık ekseninde öbür uçtayız gibime geliyor: “Neyimiz var neyimiz yok, düşünmeden varlıklarımızı yabancılara devredebiliyoruz” .
İran imalat sanayiine önem veriyor, iç pazarı koruyor, ama, amansız Çin rekabeti onları da zorluyor. Pazarlarını dış rekabete açtıklarında yerli firmaların çoğunun işinin çok zor olacağını düşünüyorum. Biz Türkiye’de çok ağır bir bedel ödedik ama kalabilen işletmelerimizin rekabet gücü çok fazla.
Logo’nun da üç dört yıldır İran’da ciddi projeleri oldu. Aradan geçen iki ayda tanıştığım bir çok kişinin İran pazarı ile ilgilendiğini ya da zaten bu pazarda olduğunu gördüm. Gebze Organize Sanayi Bölgesinden bir sanayici dostumuz İran’a ekmek makinaları satıyormuş. İran’da lavaş şeklinde ekmek yendiğinden çok büyük ekmek israfı oluyor, israfı azaltmak için bizim yediğimiz somun ve francala ekmek fabrikalarının kurulması için çok büyük teşvikler veriliyormuş. Biz sahip olduğumuz ekmek üretim teknolojimizle Alman firmalarının üçte bir fiyatına ekmek fabrikası kuruyormuşuz. Bizimkiler de yaman vesselam...
11 Temmuz 2009 Cumartesi
Sanayi Teşvik Paketi
Bu teşvik paketini neden önemsedim?
Üretmeden kalkınılamayacağını farkettiği için.
Üretmeyi unutmuş olan Türkiye’de üretmeyi tekrar gündeme getirdiği için.
Cari açığımızın gerçek çözümünü hedeflediği için. İnsanlarımıza iş imkanlarının ancak sanayileşme ile sunulabileceğini anımsattığı için.
Ekonominin, insandan kopuk, faiz, döviz, borsa sanal dünyasından ibaret olmadığına dikkat çektiği için.
Üretimin tekrar gündeme gelmesine romantik bir umutla sarıldım sanki; paketin kaynağı nereden geliyor sorusunu sormaya kıyamadım.
Teşvik paketinde iki ana tema gözlemledim : birincisi, çok yıllardır unuttuğumuz ( ben yirmi yıldır dişe dokunur bir sanayi yatırımı hatırlamıyorum) büyük sanayi yatırımları, diğeri ise bölgesel gelişim farklılıklarını azaltacak tedbirler. Gelişmişlik düzeyine göre Türkiye dört bölgeye ayrılmış. Yatırımlar yerel katkı ve rekabet avantajı gözetilerek bölgelere göre farklı şekilde teşvik edilmiş. Paketin Türkiye’nin sosyo ekonomik sorunlarını doğru tespit ettiğinin hakkını vermek lazım.
Büyük proje yatırımları 12 başlık altında incelenmiş. Kimyasal madde üretiminden, motorlu kara taşıtlarına, elektronik sanayiinden, büyük madencilik işletmelerine kadar uzanan bir çok sanayi kolunda büyük yatırımlar teşvik edilmiş. Türkiye’nin en gelişmiş illerini barındıran Marmara bölgesinde yüksek teknoloji ve katma değeri yüksek sanayi yatırımları desteklenirken tekstil ve tarıma dayalı sanayi ise Doğu ve Güneydoğu bölgelerine yönlendirilmiş. Bu köşede çok değindiğimiz yazılım, bilişim ve yeşil teknolojilerden ise hiç bahsedilmemiş. Bu da paketin bakış açısının çok kısa vadeli olduğunu düşündürtüyor.
Bölgesel farklılıkların giderilmesiyle ilgili teşvikler son derece ilginç. Tekstil, konfeksiyon gibi sektörlerin en gelişmiş bölgelerden, en az gelişmiş dördüncü bölgeye nakli öngörülüp, desteklenmiş. Devlet tekstil işini az gelişmiş bölgelere taşıyan iş sahiplerinin masraflarını ödemenin yanında, uzun süreli sosyal güvenlik primi desteği, kurumlar vergisi indirimi, kredi faiz desteği gibi teşvikler sağlıyor.
Sürekli maliyet baskısı altında olan tekstil sektörümüzün başka türlü rekabet etmesi zaten mümkün değildi. Ancak taşınılan bölgelerde maliyet avantajı oluşabilmesi için, bölgesel asgari ücret, lojisitik imkanların geliştirilmesi ve taşınmanın teker teker değil yeni hedef bölgede bir kümelenme oluşturacak şekilde planlanması lazım. Sanırım bu aşamada özel sektör dernekleri ve yerel yönetimlerin de işin içinde olmaları gerekecek. Yapılacak işin bir taşınma işlemi değil yeni bir rekabet stratejisi için yapılan faaliyetlerden biri olması lazım.
Bu na örnek vermek için tanık olduğum bir vakayı sizlerle paylaşayım. Şirketimizdeki en iyi yazılımcı arkadaşlarımızdan birinin ailesinin konfeksiyon atelyesi vardı. Bu arkadaşımız, vefatlar sonucu işe bakacak kimse kalmadığı için, aile işinin başına geçmek için çok sevdiği yazılımcılığı bıraktı. İki üç sene, hele Doların 1.15 TL’yi gördüğü günlerde bile canını dişine takarak işini ayakta tutmaya çalıştı. Sonra da geçen sonbahar atelyeyi kapatıp tekrar aramıza döndü. Geldiğinde de, “İstanbul’da konfeksiyon işini yaşatmayacaklar, bu işlerin Anadolu’ya gitmesi lazım” dedi. Kendisi Batmanlı olan bu arkadaşımıza neden işini memleketine taşımadığını sorduğumuzda orada da altyapıların işlerin yürümesine elvermediğini söyledi. Burada sosyo kültürel altyapıya kadar herşeyi kasdediyordu. İstanbul’da canla başla çalışan bir işçi memleketinde çalışmayabiliyor, mazeretsiz devamsızlık yapabiliyormuş. Gerçekten de taş yerinde(!) ağırmış. Enerji kalitesi, taşradaki devlet görevlilerinin iş dünyasına yabancılığı, ulaşım ve lojistik imkanların sınırlılığı da aşılması gereken sorunların başında görülüyor.
Tekstil, konfeksiyon gibi artık geleneksel işlerin Türkiye’de hala bir şansı olmasına karşın, bu fiyat avantajını an fazla 5-6 yıl sürdürebileceğimizi düşünüyorum. “Çin bile pahalı oldu; üretim Kamboçya, Vietnam ve Bangladeş’e kaydı” deniliyor. Tekstilde fasonculuktan çıkıp, moda üretmeye, yüksek katma değerli ürünlere yönelmeliyiz. Mutlaka ama mutlaka yeni trendlere uygun ileri teknolojili işler geliştirmeliyiz.
www.diyablog.diyalogo.com
Herkes için Dünya ile Ticaret
İlk toplantımızı 21 Mayıs günü İstanbul’da Türkiye İhracatçılar Meclisi’nde yaptık. Toplantılarımıza Alibaba’ya daha önceden üye olmuş, bu siteden ticaret yapmış kişileri çağırıyor, tecrübelerini bizlerle paylaşmalarını istiyoruz. Bir de konuk konuşmacımız oluyor. İstanbul toplantımızın konuk konuşmacısı Beykent Üniversitesi Ekonomi Bölümü başkanı Prof. Dr. Yaşar Erdinç idi. Sayın Erdinç’in ihracatta kur riski üzerine verdiği kısa konferans son derece kolay anlaşılır ve öğretici idi. Arkasından malum kriz konularına girildi. Hocamızın son araştırma konusu krizlerin anatomisi imiş. Bize Dünya’daki çeşitli krizlerden örnekler vererek krizlerin zaman profilini çizdi.
Ekonomi insan edimlerin bir sonucu ise krizlerin oluşmasında ve krizlerden çıkılmasında insan psikolojisinin en önemli rolü oynadığını görmek gerekiyor. İlginç olan şey bu krizlerin dip süresinin ortalama dokuz ay olduğu idi. Krizi Ekim ayında başlamış kabul etsek Haziran sonunda inişin biteceğini düşünebiliriz. Yani krizin dibini gördük. Ancak çıkışı ne zaman olacak belli değil. Bankacılık sistemi kendini topladı ama zarar gören reel sektörün kendine gelmesi uzun zaman alabilir. Hocamızın söylediğine göre, bu sefer tüm Dünya ülkeleri tedbirleri erkenden aldıklarından bu kriz 1929 gibi uzun sürmeyecek; ancak piyasaları canlandırmak için çok yüksek bütçe açıkları verildiği için krizden çıkışı yüksek fiyat artışları ve enflasyon ile birlikte yaşayacağız. Yaşar Erdinç Çarşamba günleri 21:00’de SKY Türk’de program yapıyor ve çeşitli kitapları var. Zor konuları anlaşılır kılan hocamızın programlarını ve kitaplarını olan biteni anlamak isteyen herkese tavsiye ederim.
Alibaba kullanıcılarının yaptıkları konuşmalar da oldukça ilginçti. Merit Otomotiv sahibi Sayın Ahmet Mert, Alibaba’nın yıllardır ücretli üyesiymiş. Alibaba sayesinde tüm dünya ile iş yapmaya başlamış, ihracatını beş kat artırmış. Düğmecilik sektöründen Altuğ bey “Biz o kadar tecrübeli değiliz, daha yeni üye olduk, o kadar da iyi kullanamıyoruz” dedi ama, hiç düşünmedikleri Pakistan’dan sipariş alınca doğru yaptıklarını anladıklarını söyledi. Alibaba gerçekten umulmadık imkanlar sunuyor.
Bir sonraki etap Bursa idi. Bursa iş dünyasından, tekstil ve makina sektöründen, irili ufaklı firmaların temsilcileri bizi dinlemeye gelmişlerdi. Yine Alibaba’yı çok iyi kullanan ve bundan fayda sağlayan kişi ve kuruluşlar söz aldı. Artofis firmasından Necip Yılmaz isimli genç arkadaşın sözlerini unutmayacağım : “e- ticareti kullanmak vatan borcudur”. Konukların önemli bir kısmı Alibaba’nın İngilizce olması nedeniyle sıkıntı çektiklerini Diyalogo’nun Türkçe hizmetleri ile uluslararası ticaret daha kolay geçebileceklerini söylediler.
Evet, Diyalogo, Alibaba hizmetlerini Türkiye’nin dört bir yanında olanaklı kılacak. Biz zaten şunu söyledik: “Logo olarak işletmelerimizi 20 yıl yüksek enflasyonla mücadele etme konusunda destekledik, şimdi global ticarete el atsınlar diye destekliyoruz.” İhracat yapmak Türkiye’de her boydan ticari işletme için bir tutku haline gelmiş durumda. Ancak, dış ticaretin yüksek maliyeti küçük şirketlerin altından kalkabileceği gibi değil. E-ticaret ve Alibaba bu maliyetleri en aşağıya indirmenin yöntemlerinden biri. Üstelik üyelik ücretlerinin yarısını İhracatı Geliştirme Merkezi’nden geri almak mümkün. Bu olanaklar dış ticareti herkesin ulaşabileceği bir noktaya getiriyor; yeter ki istenilsin.
Bir sonraki etap İzmir oldu. İzmir toplantısına ben katılamadım, ancak en yüksek katılımlı ve en etkileşimli toplantımız İzmir’de olmuş. Gerçekten ileri görüşlü işadamlarımız ve iş sahiplerimizin bir kısmı Alibaba’yı çok iyi kullanmış. Çin’in açtığı çok büyük bir zeytinyağı ihalesini bir genç arkadaşımız Alibaba sayesinde yakalamış ve şu anda ilk elemeyi geçenlerin ilk sırasında imiş. Kendisine başarılar diliyoruz.
Bu hafta ise Adana ve Antalya var. Tatil mevsimi öncesi Anadolu seminerlerimiz böylece bitecek. Sonbaharda diğer ihracatçı illerimizde de seminerler vermeyi sürdüreceğiz. Bayilerimizi Alibaba ürünleri konusunda eğitiyoruz. Türkçe eğitim ve kullanma malzemesi geliştiriyoruz. Alibaba, Diyalogo güvencesinde işletmelerimizi Dünya pazarlarında layık oldukları yere taşıyacak, buna inanıyoruz.
Gelecek yazımızda İran gözlemlerimi anlatacağım. Görüşmek üzere...
Bahar sonunda geliyor.
Ben şunu farkettim. Türkiye piyasa oynaklığı okullar açılırken başlıyor, Kasım’da ilk darbe yaşanıyor, arkasından Şubat’ta öldürücü darbe geliyor. Mutluluk hormonu serotoninin salgılanması güneş ışığına bağlı imiş. Güneş azaldıkça, vücut daha az mutluluk hormonu üretiyor, insan karamsarlaşıyor, hayatın normal akışı içinde gözardı edilebilecek olumsuzluklar, ciddi kaygılara dönüşebiliyor. Ekonomi de insan davranışlarına bağlı olan bir sistem olduğu için birey ve toplumsal psikolojiden nasibini alıyor herhalde.
Eskiden büyüklerimiz “Karpuz kabuğu denize düşmeden denize girilmez” derlerdi. Ben de bir süredir şöyle söylemeye başladım : “Karpuz piyasaya çıktığı zaman Türkiye krizden çıkar.” Sanki bizim millet karpuz yiyince kendini daha mutlu ve zengin hissediyor.
İşin şakası bir yana, bunun en önemli nedeni Türkiye’nin bir turizm ülkesi olması. Turistler gelince önemli bir kesim, iş buluyor, esnafın satışı artıyor, döviz artıyor ve ucuzluyor. Bunun yanısıra, ısınma, giyinme dertleri azalıyor, çocukların okul masrafları bitiyor; meyve, sebze artıyor ve ucuzluyor. Umarım bu karpuz mevsimi, hayırlara vesile olur da, milyonlarca vatandaşımızı işsiz bırakan bu krizden çıkarız.
Türkiye turizm ve tarım yanında -yanlış yapılanmasına karşın- ciddi bir sanayi ülkesi. Sanayimiz de ihracata yönelik bir sanayi. En büyük ihracat pazarımız olan Avrupa’da yaşanan talep düşüklüğü, fabrikalarımızı kapanma noktasına getirdi. Böylece ekonomide iç pazarın önemini tekrar farkettik.
Bizim gibi gelişmekte olan, nüfusu genç bir ülkenin ekonomisi iç taleple her zaman ayakta kalır. Türkiye’de iç talebin önündeki en önemli engel ise, işsizlik ve gelir dağılımıdır. Geliri olmayan ve az olan kitleler, mal ve hizmet piyasasına alım talebiyle giremezler ve ekonomiye hem üretici hem de tüketici olarak katkıda bulunamazlar.
Bu krizin en önemli kazanımı, yukarıda dediğim gibi iç pazarın öneminin tekrar keşfedilmesi oldu. Hükümet bazı vergi indirimi tedbirleriyle durma noktasına gelmiş piyasaları tekrar işler hale koymaya başladı. Otomobil satışları patladı, konut ve beyaz eşyada da işler iyi gidiyormuş. Şimdi de –sözde- bilişim sektörü destekleniyor.
Bu desteklerle devlet bazı gelirlerinden geçici bir süre vazgeçiyor, bütçe açığını göze alıyor. Ancak iş yerleri tekrar açılıyorlar, işçilerine maaş ödemeye başlıyorlar. Vatandaşın geliri artıyor, iç talebe dönüşüyor. Alınan dolaylı ve dolaysız vergilerle devletin gelirleri tekrar artmaya başlıyor. Bu desteklerin tek sorunu, açık finansmanın yol açacağı fiyat artışları, yani enflasyon.
Ciddi bedelleri olan bu desteklerin iyi hesaplanması, ekonomide en çok olumlu etkiyi yaratacak alanlara verilmesi, adil ve lobilerin etkisinden uzak olarak planlanması lazım. Bizim sektörümüzde nedense bunun tam tersi oldu. Bilgisayar alımlarında KDV yüzde 18’den 8’e indirildi. Amaç gençlerimizin bilgisayardan uzak kalmaması ve bilişimin ucuzlaması. Yıllarını bu işlerin önemine dikkat çekmek için harcamış bir kişi için çok olumlu gelişme.
Ancak -ithalata bağımlı olmadan- değer ve teknoloji üreten, katma değeri ve ücreti yüksek bir istihdam yaratan, yazılım sektörü desteklerin dışında bırakıldı. Bunun yanında, -bilgisayar parçaları KDV indirimine tabi olmadığı için- yerli üretim bilgisayarlar da bu imkanlardan yararlanamıyorlar. Ne oldu? Devletimiz vazgeçtiği vergi gelirleriyle –ne kadar iyi niyetli olursa olsun- yurt dışındaki işçilerin işlerini garantiledi. Krizden en çok etkilenen KOBİ’lere hizmet götüren Logo ise şu anda bir yıl önce çalıştırdığı elemanın neredeyse yarısını ancak istihdam edebiliyor...Bilişim toplumu oluyoruz, ne gam?
Stoklar hemen tükendi. Çok büyük partiler sipariş edildi. Düşündüğünüz bir yabancı marka laptop varsa bu fırsatı kaçırmayın....
Bal tatlı karpuzlu günlerde görüşmek üzere...
www.diyablog.diyalogo.com
Türkiye'nin Potansiyeli
Bu ülkenin potansiyeline inanmamız için illa yabancıların mı birşeyler söylemesi gerekiyor? Yirmi yıldır yazılım sektörünün Türkiye’nin kalkınmasında oynayabileceği rol üzerine konuşuyorum, yazıyorum. Bu süre zarfında yazılım Hindistan’ı süpergüç haline getirdi. Avrupa’nın en fakir ülkesi İrlanda bilişimle yaptığı atılımla AB’nin en zengin ülkesi haline geldi. Mısır çok ciddi bir atılım yaptı ve Microsoft’tan ciddi bir yatırım çekti. Biz hala potansiyelimizin farkında değiliz, ülkemizin vaktini ve parasını, yanlış yerlerde harcıyoruz.
Bu sektöre ne devlet kararlı bir şekilde destek oldu, ne de işadamlarımız, yerli sermaye sahipleri bu sektöre para yatırdılar. Üstelik yatırılması gereken paralar da, aman aman paralar değil. Yazılım ve bilişim hizmetlerinde bir kişi istihdam etmek için harcanması gereken para sadece 5000 dolarcık. Oysa sanayide bir kişi isitihdamı için yapılması gereken yatırım 100.000 Dolar civarında. Beton dökmeye, üstüste çirkin binalar yapmaya, güzelim doğamızın içine dev oteller dikmeye, fabrika kapatıp alışveriş merkezi yapmaya, para gırla... İsraf bu israf.
Uzan grubunun içinde Oksijen teknoloji adıyla bir küçük bir firma vardı. Nokia ve Motorola alacakları nedeniyle Telsim’e teknoloji vermeyi reddedince, grub mecburen kendi teknolojisini geliştirmek zorunda kalıyor be bu firmayı kuruyor. 20-30 kişilik bir Türk mühendis grubunun ürettiği, çok ucuz, harcı alem bilgisayarların üzerinde koşan yazılımlarla, Türkiye’nin ikinci büyük GSM operatörü faaliyetlerini sürdürdü, yüz milyon dolarlar kazandı. Uzan grubuna el konunca, içinde çalışan arkadaşlar ayrıldılar, yeni bir girişim için devletten destek, Türkiye’deki büyük sermaye gruplarından yatırım aradılar. Çok süründüler. Sonunda, Gaziantepli bir grup bu arkadaşlara el uzattı, birlikte Argela isimli bir şirket kurdular. Şirket kuruldu ama, gruptan gereken destek ve önemi alamadığı için iş bir türlü gelişemedi. Özelleşen Türk Telekom’un yeni yönetimi bu şirketin ve sahip olduğu teknolojik birikimin farkına vardı ve son derece ucuza bu şirketi aldı. Şimdi bu şirket Türk Telekom’un ve Saudi Öger Grubunun iletişim teknoloji ihtiyaçlarını karşılıyor, diğer telekom şirketlerimiz de bunları son derece pahalıya ithal ediyorlar. Türk Telekom, yıllardır yatırımcı arayan, idealist kurucularının inadıyla ayakta kalan, ama sürünen, üç yazılım şirketi daha aldı. Bu şirketler de şimdi çok ciddi ve sessiz bir büyüme içine girdiler. Yakında tüm Dünya’da başarılarını izlersiniz. Belki ilerideki yazılarımda bu şirketlerin hikayelerinden bahsedebilirim.
Yabancı sermayeye hayır demek çok prim getiriyor. Peki kardeşim, bu güzelim değerleri yıllarca süründürerek, onları gözardı ederek, değer vermeyen yerli sermayeye ne demeli? Ekonominin ilerlemesindeki iki önemli faktör olan sermaye ve bilgi bir türlü bir araya gelemiyor bizim ülkemizde. Artık hemen hemen her konuda ciddi bilgi birikimi var. Üstelik istediğiniz uzmanı istediğiniz ülkeden getiebilirsiniz. Başarıya azmetmiş, bilgili girişimcilerimiz var. Sermaye sahiplerimiz, servetlerinin -serbest piyasa ekonomisi içinde- üretime dönüştürülmesi için kendilerine emanet edilmiş ülke kaynakları olduğunu ne zaman öğrenecekler? Ne zaman dağa taşa beton dökmenin, fabrika kapatıp yerine AVM açmanın, bütün makineleri ve hammaddeyi ithal edip, yüzde iki karla tüketim malı üretmenin iş olmadığını öğrenecekler? Yabancıların görebildiği potansiyeli ne zaman görecekler? Bu örneklerden ne zaman ders çıkaracaklar? Ne zaman servetlerinin sorumluluğunu farkedecekler? Ne zaman?