Sayfalar

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Ekonomimizi KOBİ'ler mi kurtaracak?

Yirmibeş yıldır, Türkiye’de genel adı KOBİ olan küçük ve ortaboylu şirketlerle onların çalışanları, yöneticileri ve patronlarıyla içiçe oldum. İşim gereği bu şirketlerin temel yönetim sorunlarını çok yakından öğrenme fırsatım oldu. Bilgisayarlaşmayı hedefleyen her işletmenin aslında “işini daha iyi yapma” gibi bir hedefi vardır. Bu nedenle müşterilerimiz işletmelerindeki en mahrem konuları bizlerle paylaştılar. Bu sayede Türk işletmelerinin yönetim ve rekabet sorunları hakkında derin bir tecrübe ve bilgi birikimimiz oldu.

Bir önceki yazımda özellikle meslek hayatımın ilk 17-18 yılının yüksek enflasyon dönemi olduğunu söylemiştim. Önümüze konulan problemler de genelde yüksek enflasyonun oluşturduğu risklerin yönetimi üzerine idi. Bunların en önemlisi de “cari hesap” takibiydi. Yüksek enflasyon zamanında stoklar pek dert edilmez, bir şekilde değerini korur. Oysa para bir anda “pul” olabilir. Bu nedenle “Kimin ne kadar borcu var?”, “Kim nasıl ödüyor?” , “Alacaklarımın, borçlarımın ortalama yaşı nedir?” gibi sorular işletme ihtiyaçlarını tarif etmeden kullanılan temel sorulardı. Bankalar, sadece bağlı bulunduğu holdingleri finanse ettiğinden tüketicileri, küçük ve orta işletmeleri kredilendiren bir yapı yoktu. Mal satışları vadeli yapılmak zorundaydı. Satışları artırmak için ise sürekli kampanyalar düzenlenirdi. Firmalar müşteriye cazip olabilmek için taksitler, uzun vadeler, ilginç risturn hesapları icad eder; “iki paket deterjan yanında bir tencere, tava” gibi promosyonlar düzenlenir, gazeteler sofra takımları dağıtırlardı. Doğrusu talebi canlı tutabilmek için, bu türlü promosyonlar günümüzde de devam ediyor. Benim bunları hatırlatmaktaki amacım ise bu pazar koşullarının bir çok ilginç yazılım çözümlerine yol açtığını ifade etmek. 90’ların başında icad ettiğimiz kampanya tarif aracının (bunun için bir bilgisayar dili icad etmek zorunda kalmıştık) bugün ürünlerimizin yurt dışında çok esnek diye algılanmasındaki en büyük nedenleri oluşturduğunu söylemek lazım. O günlerde maliyetlere bugünkü kadar önem verilmez, pazarlama-müşteri ilişkileri, hatta envanter yönetimi bile ikinci planda kalırdı.

Globalleşmenin etkisiyle, Gümrük Birliği gibi anlaşmalarla, ekonomimiz dışa açıldıkça “Dünya ile rekabet olgusu” gündeme oturmaya başladı. Bütün işletmelerde yönetim (management) olgusunun gerekliliği kendini hissettirdi. Yeni yönetim akımları, kimi kez çok başarılı bir şekilde, kimi kez de içeriği tam olarak anlaşılamadan uygulamaya konuldu. Bunların ilkini ve en etkili olanını “Kalite Yönetimi” salgını olarak hatırlıyorum. Japonya’nın ekonomik başarısının etkisiyle bu akım ülkemizi öylesine etkiledi ki, yüksek üretim kalitesine ulaşabilirsek bütün dünyanın mallarımızı almak için sıraya gireceğini hayal eder olduk. Bu salgın KOBİ’lere de yayıldı; işletmeler ISO-9000 belgesi peşine düştüler, bir çok şirket “Toplam Kalite Yönetimini” bir yönetim felsefesi olarak benimsedi. Kalite işi öyle ciddiye alındı ki, kısa bir süre içinde, Türk şirketleri Avrupa Kalite Ödülleri’nin hepsini toplar hale geldiler. Türk yöneticileri ve işçileri kalite çalışmaları sayesinde büyük bir moral kazandılar. Bugün işletme kültürümüzdeki birçok birikimi 90’lı yıllardaki bu çalışmalara borçluyuz. İşletmelerimizde takım ruhundan, hedefe odaklanmaktan, iş süreçlerinden, planlamadan, personel yerine insan kaynaklarından bahsedilmeye başlandı. Kalitenin son kontrolde değil, üretim sürecinde garantilenmesi düşünüldü. Zamanla süreç yönetimi, üretim platformundan tüm iş faaliyetlerine kadar genişletildi. Bunu yapabilecek araç ve gereçleri de bilgi teknolojileri sunuyordu. Bilişim sektörü işletmelerdeki penetrasyonunu artırdı ve büyümesini hızlandırdı. Sektörümüz bugün de büyüme projelerini iş süreçlerinin yönetimi üzerine kurmaya devam ediyor. Çünkü yapılacak çok şey var.

Ancak yönetim bir bilgisayar oyunu gibi. Siz canavarları ışınladıkça yenileri ve daha güçlüleri gelmeye başlıyor. “Tam doğruyu bulduk” derken, bir büyük ejderha, Çin rekabeti geldi. Hiçbir kalite süreci gözetilmeden, çevreyi kirleten, gayri insani koşullarda üretilen, çoğu kez de kalitesiz olan Çin mallarının dayanılmaz fiyatlarıyla rekabet edemediğimizi gördük. Kalitenin her derdin devası olmayacağı anlaşıldı. Bu nedenle de kalite kavramı gündemden oldukça düştü. Geçen hafta Türkiye’deki imalatını kapatıp, herşeyi Çin’den ithal etmeye başlayan bir küçük üretici “aldığım herşeyi o kadar ucuza alıyorum ki arıza yapan ürünü atıp yerine yenisini verebiliyorum” dedi. Amacım yaşadığımız kalite sürecini anlamsızlandırmak değil. Hiçbir rekabet ve yönetim modelininin her zaman, her yerde aynı etkiyi yaratamayacağına işaret etmek. Japonya’yı kalkındıran kalite yönetimi, 20-30 yıl sonra, hemen hemen hiçbirinin fikri haklarına sahip olmadığımız ürünlerin en kaliteli şekilde ülkemizde üretimiyle zaten ülkemizi kalkındıramazdı. Her işletmenin, her sektörün, her ülkenin, kendi rekabet modelini, kendi stratejik güçlerini, içinde yaşanılan zamana, sosyal ve coğrafi konumuna göre değerlendirmesi ve kendine özgü bir model geliştirmesi gerekiyor. Örnek alınmalı, ancak örneğin sınırlarını da önceden irdelemek zorunlu.

Bunları niye anlatıyorum ? Çünkü efendim “o bitti, bilişim verelim”, “kalite bitti inovasyon verelim” furyalarına dikkat çekmek istiyorum. Malını, iş modelini pazarlamak isteyen herkes bu söylemleri kullanabilir. Ancak bizlerin yönetim modalarına kapılmayıp, bunları benimsemeye kalkmadan daha bilinçli irdelememiz gerekli. Biz furyaların peşine takılırken, takılmayanlar, dünyayı dönüştürecek akımları görebilenler başarılı oldu; aradan sıyrıldılar. Hindistan ve Çin dünya devi oldu. Şimdi bir de fahiş enerji fiyatları ile mücadele etmek zorundayız. Bizim ülkemizin çok büyük doğal kaynakları yok. Ama başarma azmimiz ve kıvrak bir beynimiz var. Diyorum şu tutkululuğumuzu, şu esnekliğimizi kendimize ait yaratıcı fikirlerin peşinden gitmekte kullanalım. Sanki artık, daha üst düzey bir bilinçlenmeye, yani bir çeşit “aydınlanmaya” ihtiyacımız var. Bu aydınlanmanın azimli, dirayetkar, -ama çoğu kez de önemli yanlışlar yapan- ekonomik aktörler olan biz KOBİ’lerde olmasının daha da önemli olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle bu açılımın adını “KOBİ Aydınlanması” olarak koydum. İlerideki yazılarımda bu konuyu daha etraflıca işleyeceğim. Demek istediklerimin o zaman daha iyi anlaşılacağını umuyorum.

Sağlıcakla kalın.

Tuğrul Tekbulut

Logo Yazılım Kurucusu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder