Sanayi ve Ticaret Bakanlığının uzun süredir üzerinde çalıştığı Girişimci Bilgi Sistemi (Sanayi Envanteri ) ilk sonuçlarını verdi. Sayın Bakan Zafer Çağlayan sonuçları açıklarken “Krizin MR’ını çektik” ifadesini kullandı. Şimdi MR raporunu okuyalım ve yorumlamaya çalışalım:
• Türkiye’deki 2.010.377 işletmenin toplam cirosu 1.7 trilyon YTL’dir.
• Bu işletmelerin toplam karı 98.7 milyar YTL’dir.
• Satış karlılık oranı %5.8’dir.
• Aktifi 100 milyon YTL üzerinde olan firma sayısı sadece 1546’dır.
• Bu 1546 firmanın toplam karı 50 milyar TL’dir. Firmaların onbinde sekizi toplam karın yarısından fazlasını yaparken, geriye kalan 2.008.831 işletme, geriye kalan 48.7 milyar YTL karı paylaşmaktadır.
Aritmetiği yapınca işletme başına karlılık yıllık 24.000 YTL olarak gözüküyor. Bu da ayda 2000 YTL’lik bir kazanca karşılık geliyor. Kayıtdışı karların olabileceğini düşünsek bile, gerçek rakam bu rakamın birkaç katını geçemez. İşte Türkiye’deki krizin odak noktası budur. Ulusal kaynaklarımızı çok yanlış değerlendiriyoruz. Ortalama yüzde on reel faiz ödeyerek borç aldığımız parayla, onun faizini dahi ödeyemeyecek karlılıkta işler yapıyor, sonuçta borcu borçla kapamak zorunda kalıyoruz.
Bu köşenin hala sıkılmamış okurları için, bu çalışmanın sonuçları hiç şaşırtıcı olmamalı. Çünkü bu köşenin hatta Diyalogo’nun misyonu, Türkiye’nin rekabet sorunu yaşayan işletmelerine çıkış yolu aramak. Bu soruna kafa yormak, bir tartışma ortamı yaratmak. Banka ve teçhizat tedarikçilerinin “Kralsın sen KOBİ” yaklaşımının sığlığıyla mücadele ederken, işletmelere ve işletme sahiplerine daha akıllı olmalarını, stratejik düşünmelerini öğütlemeye çalışıyorum. Türkiye’nin kalkınmasında bir KOBİ aydınlanmasına gerek olduğunu hemen hemen her yazımda ifade ediyorum. Geçmişte bu “gazlara” gelen sevgili KOBİ’lerimizin, banka’dan gelen kredi, devletten gelen teşviklerin yarattığı hevesle tarlaları satıp, bir çok yanlış yatırım yaptığını anlatmaya çalışmıştım. İşsizliğin çok yüksek olduğu bu ülkede, tam otomatik, pahalı robotik tezgahlara neden para yatırılır anlamam. Gümrük Birliği’ne girdiğimiz yıl, İtalya’daki tekstil makineleri fuarı sırasında, otelleri Türk ziyaretçiler doldurmuştu da, işadamlarımız aynı yatakta iki kişi yatıp, üretici firmaların iki yıllık tüm üretimlerini kapatmışlardı. Şimdi Türkiye’nin yıllık havlu ihtiyacını bir haftada dokuyabilecek makina parkımız var. Ama havlular artık Çin’den geliyor. Biz bu fabrikaları kurduk, borçlarını dişimizden tırnağımızdan artırıp ödedik. Şimdi atıl durumda... Peki çalıştık da ne oldu diyeceksiniz? Patronumuz reel faizin altında bir karlılığa, işçimiz boğaz tokluğuna ve iş garantisi olmadan çalışmaya razı oldu; yapılması en zor siparişleri büyük fedakarlıklarla karşıladık, ihracat yaptık. Sonunda pardon dediler: “Çin daha ucuza veriyor”. Ucuzun daha ucuzu mutlaka bulunur. Umarım bu kriz bu aklın değişimine neden olur.
Ancak gazete haberlerinden anladığımız kadarıyla Sanayi Bakanlığımız şimdi de 22 sektöre yönelik olarak rekabetçilik stratejisi hazırlatıyormuş. Son derece umut verici bir gelişme.
Bu krizin bizim için en olumlu tarafı bu oldu. Ülkemizin sanayicisinden bürokratına, yerel yönetiminden parlamentoya, işçisinden, işsizine kadar herkesin aklını başına getiriyor. Kolay kalkınma, kolay refah, kısa yoldan zenginlik diye bir şey yok. Artık başkasının yapmadığını ya da yapamadığını yapabilecek bir beceri düzeyine çıkmak zorundayız. Bu kriz global, bizi etkilediği gibi, bizim dışımızdaki herkesi de etkiliyor. Kartların yeniden dağıtılacağı bu dönemde, önümüzdeki fırsatlara odaklanmalı, Yeni Dünya Düzeni’nin nasıl şekilleneceğini görüp, ona göre pozisyon almalıyız. Geçen yazımda, Dünya’nın yaşamış olduğu yoğun kirlenme, global ısınma ve artan kuraklık nedeniyle, İsrail’in tüm gelecek sanayi planını bu ortamla mücadele üzerine kurduğunu anlatmıştım. Biz de bu teknolojilere girecek miyiz, arge yatırımlarımızı artıracak mıyız? Üç kuruşa, başkalarının markalarına havlu dokumaya devam edecek miyiz, yoksa o markaları satın mı alacağız? İş arayan gençliğimize inşaat amelesi vizyonu mu sunacağız, yoksa yazılım mühendisi mi? Rüzgar ve güneş potansiyelimizi mi değerlendireceğiz, yoksa doğal gaz ve petrole bağımlılığımızı mı artıracağız? Ülkemizin genetik mirasını değerlendiren, yüksek katma değerli bir tarım ülkesi mi olacağız, yoksa ithal tohum ilaç ve gübre ile, dışa bağlı, düşük katma değerli bir tarım mı yapacağız? Ucuz, kitle turizmiyle, tüm doğamızı mı katledeceğiz, yoksa kültür turizmine mi yöneleceğiz?
İşte şu anda düşünülmesi gerekenler bunlar? Tekrar olacak, ama yine : “Herşey akıllı bir soru sormakla başlar”.
Artık başlayalım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder