Sayfalar

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Sanayi Teşvik Paketi

Geçtiğimiz hafta ekonomide çok önemli bir gelişme oldu, kapsamlı bir sanayi teşvik planı açıklandı. Diyalogo üyeleri için önemli olduğunu düşündüğümden, bu konuya bir göz atmamız gerektiğine karar verdim. Geçen yazıda söz verdiğim İran izlenimlerini ise bir sonraki yazıma saklayalım. Hem bu arada İran’da seçimlerin sonuçları da alınmış olur, seçimleri değerlendiririz.

Bu teşvik paketini neden önemsedim?

Üretmeden kalkınılamayacağını farkettiği için.

Üretmeyi unutmuş olan Türkiye’de üretmeyi tekrar gündeme getirdiği için.

Cari açığımızın gerçek çözümünü hedeflediği için. İnsanlarımıza iş imkanlarının ancak sanayileşme ile sunulabileceğini anımsattığı için.

Ekonominin, insandan kopuk, faiz, döviz, borsa sanal dünyasından ibaret olmadığına dikkat çektiği için.

Üretimin tekrar gündeme gelmesine romantik bir umutla sarıldım sanki; paketin kaynağı nereden geliyor sorusunu sormaya kıyamadım.

Teşvik paketinde iki ana tema gözlemledim : birincisi, çok yıllardır unuttuğumuz ( ben yirmi yıldır dişe dokunur bir sanayi yatırımı hatırlamıyorum) büyük sanayi yatırımları, diğeri ise bölgesel gelişim farklılıklarını azaltacak tedbirler. Gelişmişlik düzeyine göre Türkiye dört bölgeye ayrılmış. Yatırımlar yerel katkı ve rekabet avantajı gözetilerek bölgelere göre farklı şekilde teşvik edilmiş. Paketin Türkiye’nin sosyo ekonomik sorunlarını doğru tespit ettiğinin hakkını vermek lazım.

Büyük proje yatırımları 12 başlık altında incelenmiş. Kimyasal madde üretiminden, motorlu kara taşıtlarına, elektronik sanayiinden, büyük madencilik işletmelerine kadar uzanan bir çok sanayi kolunda büyük yatırımlar teşvik edilmiş. Türkiye’nin en gelişmiş illerini barındıran Marmara bölgesinde yüksek teknoloji ve katma değeri yüksek sanayi yatırımları desteklenirken tekstil ve tarıma dayalı sanayi ise Doğu ve Güneydoğu bölgelerine yönlendirilmiş. Bu köşede çok değindiğimiz yazılım, bilişim ve yeşil teknolojilerden ise hiç bahsedilmemiş. Bu da paketin bakış açısının çok kısa vadeli olduğunu düşündürtüyor.

Bölgesel farklılıkların giderilmesiyle ilgili teşvikler son derece ilginç. Tekstil, konfeksiyon gibi sektörlerin en gelişmiş bölgelerden, en az gelişmiş dördüncü bölgeye nakli öngörülüp, desteklenmiş. Devlet tekstil işini az gelişmiş bölgelere taşıyan iş sahiplerinin masraflarını ödemenin yanında, uzun süreli sosyal güvenlik primi desteği, kurumlar vergisi indirimi, kredi faiz desteği gibi teşvikler sağlıyor.

Sürekli maliyet baskısı altında olan tekstil sektörümüzün başka türlü rekabet etmesi zaten mümkün değildi. Ancak taşınılan bölgelerde maliyet avantajı oluşabilmesi için, bölgesel asgari ücret, lojisitik imkanların geliştirilmesi ve taşınmanın teker teker değil yeni hedef bölgede bir kümelenme oluşturacak şekilde planlanması lazım. Sanırım bu aşamada özel sektör dernekleri ve yerel yönetimlerin de işin içinde olmaları gerekecek. Yapılacak işin bir taşınma işlemi değil yeni bir rekabet stratejisi için yapılan faaliyetlerden biri olması lazım.

Bu na örnek vermek için tanık olduğum bir vakayı sizlerle paylaşayım. Şirketimizdeki en iyi yazılımcı arkadaşlarımızdan birinin ailesinin konfeksiyon atelyesi vardı. Bu arkadaşımız, vefatlar sonucu işe bakacak kimse kalmadığı için, aile işinin başına geçmek için çok sevdiği yazılımcılığı bıraktı. İki üç sene, hele Doların 1.15 TL’yi gördüğü günlerde bile canını dişine takarak işini ayakta tutmaya çalıştı. Sonra da geçen sonbahar atelyeyi kapatıp tekrar aramıza döndü. Geldiğinde de, “İstanbul’da konfeksiyon işini yaşatmayacaklar, bu işlerin Anadolu’ya gitmesi lazım” dedi. Kendisi Batmanlı olan bu arkadaşımıza neden işini memleketine taşımadığını sorduğumuzda orada da altyapıların işlerin yürümesine elvermediğini söyledi. Burada sosyo kültürel altyapıya kadar herşeyi kasdediyordu. İstanbul’da canla başla çalışan bir işçi memleketinde çalışmayabiliyor, mazeretsiz devamsızlık yapabiliyormuş. Gerçekten de taş yerinde(!) ağırmış. Enerji kalitesi, taşradaki devlet görevlilerinin iş dünyasına yabancılığı, ulaşım ve lojistik imkanların sınırlılığı da aşılması gereken sorunların başında görülüyor.

Tekstil, konfeksiyon gibi artık geleneksel işlerin Türkiye’de hala bir şansı olmasına karşın, bu fiyat avantajını an fazla 5-6 yıl sürdürebileceğimizi düşünüyorum. “Çin bile pahalı oldu; üretim Kamboçya, Vietnam ve Bangladeş’e kaydı” deniliyor. Tekstilde fasonculuktan çıkıp, moda üretmeye, yüksek katma değerli ürünlere yönelmeliyiz. Mutlaka ama mutlaka yeni trendlere uygun ileri teknolojili işler geliştirmeliyiz.

Gelecek yine de bilişimde, genetikte, yeşil enerjide, nanoteknolojide..

www.diyablog.diyalogo.com

Herkes için Dünya ile Ticaret

Krize rağmen yoğun bir çalışmanın içindeyiz. Geçen hafta sonunu Bilgi ve İletişim Teknolojileri Kurumu Başkanı Sayın Tayfun Acarer’in liderliğinde, 30 kişilik bir Türk işadamı heyetiyle birlikte İran’da geçirdik. Çok ilginç gözlemlerimizin olduğu bu geziyi bir sonraki yazıya bırakarak, Alibaba tanıtımları için başlattığımız ve bu yıl sonuna kadar on şehrimizde yapacağımız toplantılarımız hakkında biraz bilgi vermek istiyorum.

İlk toplantımızı 21 Mayıs günü İstanbul’da Türkiye İhracatçılar Meclisi’nde yaptık. Toplantılarımıza Alibaba’ya daha önceden üye olmuş, bu siteden ticaret yapmış kişileri çağırıyor, tecrübelerini bizlerle paylaşmalarını istiyoruz. Bir de konuk konuşmacımız oluyor. İstanbul toplantımızın konuk konuşmacısı Beykent Üniversitesi Ekonomi Bölümü başkanı Prof. Dr. Yaşar Erdinç idi. Sayın Erdinç’in ihracatta kur riski üzerine verdiği kısa konferans son derece kolay anlaşılır ve öğretici idi. Arkasından malum kriz konularına girildi. Hocamızın son araştırma konusu krizlerin anatomisi imiş. Bize Dünya’daki çeşitli krizlerden örnekler vererek krizlerin zaman profilini çizdi.

Ekonomi insan edimlerin bir sonucu ise krizlerin oluşmasında ve krizlerden çıkılmasında insan psikolojisinin en önemli rolü oynadığını görmek gerekiyor. İlginç olan şey bu krizlerin dip süresinin ortalama dokuz ay olduğu idi. Krizi Ekim ayında başlamış kabul etsek Haziran sonunda inişin biteceğini düşünebiliriz. Yani krizin dibini gördük. Ancak çıkışı ne zaman olacak belli değil. Bankacılık sistemi kendini topladı ama zarar gören reel sektörün kendine gelmesi uzun zaman alabilir. Hocamızın söylediğine göre, bu sefer tüm Dünya ülkeleri tedbirleri erkenden aldıklarından bu kriz 1929 gibi uzun sürmeyecek; ancak piyasaları canlandırmak için çok yüksek bütçe açıkları verildiği için krizden çıkışı yüksek fiyat artışları ve enflasyon ile birlikte yaşayacağız. Yaşar Erdinç Çarşamba günleri 21:00’de SKY Türk’de program yapıyor ve çeşitli kitapları var. Zor konuları anlaşılır kılan hocamızın programlarını ve kitaplarını olan biteni anlamak isteyen herkese tavsiye ederim.

Alibaba kullanıcılarının yaptıkları konuşmalar da oldukça ilginçti. Merit Otomotiv sahibi Sayın Ahmet Mert, Alibaba’nın yıllardır ücretli üyesiymiş. Alibaba sayesinde tüm dünya ile iş yapmaya başlamış, ihracatını beş kat artırmış. Düğmecilik sektöründen Altuğ bey “Biz o kadar tecrübeli değiliz, daha yeni üye olduk, o kadar da iyi kullanamıyoruz” dedi ama, hiç düşünmedikleri Pakistan’dan sipariş alınca doğru yaptıklarını anladıklarını söyledi. Alibaba gerçekten umulmadık imkanlar sunuyor.

Bir sonraki etap Bursa idi. Bursa iş dünyasından, tekstil ve makina sektöründen, irili ufaklı firmaların temsilcileri bizi dinlemeye gelmişlerdi. Yine Alibaba’yı çok iyi kullanan ve bundan fayda sağlayan kişi ve kuruluşlar söz aldı. Artofis firmasından Necip Yılmaz isimli genç arkadaşın sözlerini unutmayacağım : “e- ticareti kullanmak vatan borcudur”. Konukların önemli bir kısmı Alibaba’nın İngilizce olması nedeniyle sıkıntı çektiklerini Diyalogo’nun Türkçe hizmetleri ile uluslararası ticaret daha kolay geçebileceklerini söylediler.

Evet, Diyalogo, Alibaba hizmetlerini Türkiye’nin dört bir yanında olanaklı kılacak. Biz zaten şunu söyledik: “Logo olarak işletmelerimizi 20 yıl yüksek enflasyonla mücadele etme konusunda destekledik, şimdi global ticarete el atsınlar diye destekliyoruz.” İhracat yapmak Türkiye’de her boydan ticari işletme için bir tutku haline gelmiş durumda. Ancak, dış ticaretin yüksek maliyeti küçük şirketlerin altından kalkabileceği gibi değil. E-ticaret ve Alibaba bu maliyetleri en aşağıya indirmenin yöntemlerinden biri. Üstelik üyelik ücretlerinin yarısını İhracatı Geliştirme Merkezi’nden geri almak mümkün. Bu olanaklar dış ticareti herkesin ulaşabileceği bir noktaya getiriyor; yeter ki istenilsin.

Bir sonraki etap İzmir oldu. İzmir toplantısına ben katılamadım, ancak en yüksek katılımlı ve en etkileşimli toplantımız İzmir’de olmuş. Gerçekten ileri görüşlü işadamlarımız ve iş sahiplerimizin bir kısmı Alibaba’yı çok iyi kullanmış. Çin’in açtığı çok büyük bir zeytinyağı ihalesini bir genç arkadaşımız Alibaba sayesinde yakalamış ve şu anda ilk elemeyi geçenlerin ilk sırasında imiş. Kendisine başarılar diliyoruz.

Bu hafta ise Adana ve Antalya var. Tatil mevsimi öncesi Anadolu seminerlerimiz böylece bitecek. Sonbaharda diğer ihracatçı illerimizde de seminerler vermeyi sürdüreceğiz. Bayilerimizi Alibaba ürünleri konusunda eğitiyoruz. Türkçe eğitim ve kullanma malzemesi geliştiriyoruz. Alibaba, Diyalogo güvencesinde işletmelerimizi Dünya pazarlarında layık oldukları yere taşıyacak, buna inanıyoruz.

Gelecek yazımızda İran gözlemlerimi anlatacağım. Görüşmek üzere..
.

Bahar sonunda geliyor.

Uzun ve bol yağışlı bir kış geçirdik. Barajlarımız su ile doldu. Şimdi güneş sıcak yüzünü bize göstermeye başladı. Doğada bir canlanma var. Tarımda bir üretim artış bekleyebiliriz. İnsanın içine bir umut doluyor.

Ben şunu farkettim. Türkiye piyasa oynaklığı okullar açılırken başlıyor, Kasım’da ilk darbe yaşanıyor, arkasından Şubat’ta öldürücü darbe geliyor. Mutluluk hormonu serotoninin salgılanması güneş ışığına bağlı imiş. Güneş azaldıkça, vücut daha az mutluluk hormonu üretiyor, insan karamsarlaşıyor, hayatın normal akışı içinde gözardı edilebilecek olumsuzluklar, ciddi kaygılara dönüşebiliyor. Ekonomi de insan davranışlarına bağlı olan bir sistem olduğu için birey ve toplumsal psikolojiden nasibini alıyor herhalde.

Eskiden büyüklerimiz “Karpuz kabuğu denize düşmeden denize girilmez” derlerdi. Ben de bir süredir şöyle söylemeye başladım : “Karpuz piyasaya çıktığı zaman Türkiye krizden çıkar.” Sanki bizim millet karpuz yiyince kendini daha mutlu ve zengin hissediyor.

İşin şakası bir yana, bunun en önemli nedeni Türkiye’nin bir turizm ülkesi olması. Turistler gelince önemli bir kesim, iş buluyor, esnafın satışı artıyor, döviz artıyor ve ucuzluyor. Bunun yanısıra, ısınma, giyinme dertleri azalıyor, çocukların okul masrafları bitiyor; meyve, sebze artıyor ve ucuzluyor. Umarım bu karpuz mevsimi, hayırlara vesile olur da, milyonlarca vatandaşımızı işsiz bırakan bu krizden çıkarız.

Türkiye turizm ve tarım yanında -yanlış yapılanmasına karşın- ciddi bir sanayi ülkesi. Sanayimiz de ihracata yönelik bir sanayi. En büyük ihracat pazarımız olan Avrupa’da yaşanan talep düşüklüğü, fabrikalarımızı kapanma noktasına getirdi. Böylece ekonomide iç pazarın önemini tekrar farkettik.

Bizim gibi gelişmekte olan, nüfusu genç bir ülkenin ekonomisi iç taleple her zaman ayakta kalır. Türkiye’de iç talebin önündeki en önemli engel ise, işsizlik ve gelir dağılımıdır. Geliri olmayan ve az olan kitleler, mal ve hizmet piyasasına alım talebiyle giremezler ve ekonomiye hem üretici hem de tüketici olarak katkıda bulunamazlar.

Bu krizin en önemli kazanımı, yukarıda dediğim gibi iç pazarın öneminin tekrar keşfedilmesi oldu. Hükümet bazı vergi indirimi tedbirleriyle durma noktasına gelmiş piyasaları tekrar işler hale koymaya başladı. Otomobil satışları patladı, konut ve beyaz eşyada da işler iyi gidiyormuş. Şimdi de –sözde- bilişim sektörü destekleniyor.

Bu desteklerle devlet bazı gelirlerinden geçici bir süre vazgeçiyor, bütçe açığını göze alıyor. Ancak iş yerleri tekrar açılıyorlar, işçilerine maaş ödemeye başlıyorlar. Vatandaşın geliri artıyor, iç talebe dönüşüyor. Alınan dolaylı ve dolaysız vergilerle devletin gelirleri tekrar artmaya başlıyor. Bu desteklerin tek sorunu, açık finansmanın yol açacağı fiyat artışları, yani enflasyon.

Ciddi bedelleri olan bu desteklerin iyi hesaplanması, ekonomide en çok olumlu etkiyi yaratacak alanlara verilmesi, adil ve lobilerin etkisinden uzak olarak planlanması lazım. Bizim sektörümüzde nedense bunun tam tersi oldu. Bilgisayar alımlarında KDV yüzde 18’den 8’e indirildi. Amaç gençlerimizin bilgisayardan uzak kalmaması ve bilişimin ucuzlaması. Yıllarını bu işlerin önemine dikkat çekmek için harcamış bir kişi için çok olumlu gelişme.


Ancak -ithalata bağımlı olmadan- değer ve teknoloji üreten, katma değeri ve ücreti yüksek bir istihdam yaratan, yazılım sektörü desteklerin dışında bırakıldı. Bunun yanında, -bilgisayar parçaları KDV indirimine tabi olmadığı için- yerli üretim bilgisayarlar da bu imkanlardan yararlanamıyorlar. Ne oldu? Devletimiz vazgeçtiği vergi gelirleriyle –ne kadar iyi niyetli olursa olsun- yurt dışındaki işçilerin işlerini garantiledi. Krizden en çok etkilenen KOBİ’lere hizmet götüren Logo ise şu anda bir yıl önce çalıştırdığı elemanın neredeyse yarısını ancak istihdam edebiliyor...Bilişim toplumu oluyoruz, ne gam?

Stoklar hemen tükendi. Çok büyük partiler sipariş edildi. Düşündüğünüz bir yabancı marka laptop varsa bu fırsatı kaçırmayın....

Bal tatlı karpuzlu günlerde görüşmek üzere...

www.diyablog.diyalogo.com

Türkiye'nin Potansiyeli

Bugün bazı gazeteci arkadaşlar aradılar ve Microsoft’un Ankara’da açtığı Yenilikçilik Merkezi hakkında görüşlerimi sordular. Doğrusu ben de haberi basında okudum. Anlaşıldığı kadarıyla Ankara’da Bilkent Üniversitesi Cyberpark’ta açılan merkez e-devlet, e-sağlık konularında çalışacakmış. Ancak en önemlisi bilgisayar oyunlarına yönelecekmiş.Merkezin açılışını Microsoft başkanı Steve Ballmer yapmış. Kendisi ile 15 yıl önce Amerika’da tanışmıştık. Çok ilginç ve Microsoft’un gelişiminde en az Bill Gates kadar katkısı olan olan, tatlı deli bir adam. Ballmer’ın Türkiye durağı Rusya ve Mısır gezilerinin arasına sıkıştırılmış. Gazetecilerimiz ülkemizin yazılım potansiyeli hakkında kendisine sorular sormuşlar, Mısır ve Rusya ile karşılaştırma istemişler...

Bu ülkenin potansiyeline inanmamız için illa yabancıların mı birşeyler söylemesi gerekiyor? Yirmi yıldır yazılım sektörünün Türkiye’nin kalkınmasında oynayabileceği rol üzerine konuşuyorum, yazıyorum. Bu süre zarfında yazılım Hindistan’ı süpergüç haline getirdi. Avrupa’nın en fakir ülkesi İrlanda bilişimle yaptığı atılımla AB’nin en zengin ülkesi haline geldi. Mısır çok ciddi bir atılım yaptı ve Microsoft’tan ciddi bir yatırım çekti. Biz hala potansiyelimizin farkında değiliz, ülkemizin vaktini ve parasını, yanlış yerlerde harcıyoruz.

Bu sektöre ne devlet kararlı bir şekilde destek oldu, ne de işadamlarımız, yerli sermaye sahipleri bu sektöre para yatırdılar. Üstelik yatırılması gereken paralar da, aman aman paralar değil. Yazılım ve bilişim hizmetlerinde bir kişi istihdam etmek için harcanması gereken para sadece 5000 dolarcık. Oysa sanayide bir kişi isitihdamı için yapılması gereken yatırım 100.000 Dolar civarında. Beton dökmeye, üstüste çirkin binalar yapmaya, güzelim doğamızın içine dev oteller dikmeye, fabrika kapatıp alışveriş merkezi yapmaya, para gırla... İsraf bu israf.
Uzan grubunun içinde Oksijen teknoloji adıyla bir küçük bir firma vardı. Nokia ve Motorola alacakları nedeniyle Telsim’e teknoloji vermeyi reddedince, grub mecburen kendi teknolojisini geliştirmek zorunda kalıyor be bu firmayı kuruyor. 20-30 kişilik bir Türk mühendis grubunun ürettiği, çok ucuz, harcı alem bilgisayarların üzerinde koşan yazılımlarla, Türkiye’nin ikinci büyük GSM operatörü faaliyetlerini sürdürdü, yüz milyon dolarlar kazandı. Uzan grubuna el konunca, içinde çalışan arkadaşlar ayrıldılar, yeni bir girişim için devletten destek, Türkiye’deki büyük sermaye gruplarından yatırım aradılar. Çok süründüler. Sonunda, Gaziantepli bir grup bu arkadaşlara el uzattı, birlikte Argela isimli bir şirket kurdular. Şirket kuruldu ama, gruptan gereken destek ve önemi alamadığı için iş bir türlü gelişemedi. Özelleşen Türk Telekom’un yeni yönetimi bu şirketin ve sahip olduğu teknolojik birikimin farkına vardı ve son derece ucuza bu şirketi aldı. Şimdi bu şirket Türk Telekom’un ve Saudi Öger Grubunun iletişim teknoloji ihtiyaçlarını karşılıyor, diğer telekom şirketlerimiz de bunları son derece pahalıya ithal ediyorlar. Türk Telekom, yıllardır yatırımcı arayan, idealist kurucularının inadıyla ayakta kalan, ama sürünen, üç yazılım şirketi daha aldı. Bu şirketler de şimdi çok ciddi ve sessiz bir büyüme içine girdiler. Yakında tüm Dünya’da başarılarını izlersiniz. Belki ilerideki yazılarımda bu şirketlerin hikayelerinden bahsedebilirim.

Yabancı sermayeye hayır demek çok prim getiriyor. Peki kardeşim, bu güzelim değerleri yıllarca süründürerek, onları gözardı ederek, değer vermeyen yerli sermayeye ne demeli? Ekonominin ilerlemesindeki iki önemli faktör olan sermaye ve bilgi bir türlü bir araya gelemiyor bizim ülkemizde. Artık hemen hemen her konuda ciddi bilgi birikimi var. Üstelik istediğiniz uzmanı istediğiniz ülkeden getiebilirsiniz. Başarıya azmetmiş, bilgili girişimcilerimiz var. Sermaye sahiplerimiz, servetlerinin -serbest piyasa ekonomisi içinde- üretime dönüştürülmesi için kendilerine emanet edilmiş ülke kaynakları olduğunu ne zaman öğrenecekler? Ne zaman dağa taşa beton dökmenin, fabrika kapatıp yerine AVM açmanın, bütün makineleri ve hammaddeyi ithal edip, yüzde iki karla tüketim malı üretmenin iş olmadığını öğrenecekler? Yabancıların görebildiği potansiyeli ne zaman görecekler? Bu örneklerden ne zaman ders çıkaracaklar? Ne zaman servetlerinin sorumluluğunu farkedecekler? Ne zaman?

Bu kriz niye oldu?

İçinde yaşadığımız krizi halkın anlayacağı dille anlatan bir fıkra bana e-posta ile geldi. O kadar beğendim ki hemen tercüme edip sizlerle paylaşmaya karar verdim. Umarım beğenirsiniz.

Heidi'nin (Haydi okunur) Berlin'de bir barı vardır. Satışlarını artırmak için müşterilerine (çoğu işsiz alkoliklerdir) veresiye içki satmaya başlar. Heidi bilgisayarlı bir veresiye sistemi oturtmak için müşterilerine bir de kart verir. Bu kart sayesinde verilen her içki atlanmadan bilgisayar sistemine girmektedir.

Heidi'nin barının ünü tüm Berlin'de yayılır, içerisi her saat tıklım tıklım dolar.

Bunu gören Heidi daha çok kazanacağını düşünerek fiyatlara zam yapar. Satışlar inanılmaz artar.

Aynı sokakta, yeni açılan banka şubesinin genç ve dinamik müdürü, işini büyütmesi için Heidi'ye kredi satmak ister. Heidi'nin alacak defterindeki rakamların büyüklüğünü görünce Heidi'nin kredi limitini artırır. Alkolik müşterilerin borçlarının ödenme riskini gözardı ederek teminat olarak alır. Heidi üç şube daha açar.

Banka'nın menkul kıymetler merkezindeki uzman bankacılar alınan bu teminatlardan DRINKBONDS, ALKBONDS and PUKEBONDS adlı tahviller üretirler ve bunları uluslararası piyasalarda pazarlarlar. Hiç kimse bu kağıtların kısaltmalarının ne olduğunu anlamaz, bunların garantisini sorgulamaz. Kağıtlar elden ele dolaşır fiyatları sürekli artar.

Bir gün kağıda talep hala devam eder ve fiyatı artarken, bankanın risk yöneticisi bu kağıtların üstüne kurulduğu Heidi'nin alacaklarını araştırmaya başlar. Alacakların ödenmeme riski konusunda üst yönetime uyarıcı bir rapor gönderir. Banka üst yönetimi her şey yolunda giderken ortalığı karışıtran bu münafıkı işten kovar.

Sonra...

Gerçekten ayyaşlar borçlarını ödeyemezler...

Heidi kredilerini ödeyemeceğini ilan eder, iflasını ister...

DRINKBONDS, ALKBONDS fiyatları %90 oranında düşer. PUKEBONDS fiyatları %80 düştükten sonra orada dengelenir.

Bu arada Heidi'nin tedarikçileri zor durumdadırlar. Şarap tedarikçisi hem alacaklarını tahsil edemediğinden, hem de olan tüm nakdini batan tahvillerde değerlendirdiğinden hemen iflas eder. Bira tedarikçisi de rakibi tarafından satın alınır.

Kağıtları çıkaran banka devletten kurtarma talep eder.

Bankaların batmasını göze alamayan hükümet bankayı kurtarır.

Kurtarma için kullanılan fonlar içki içmeyen mükelleflerin vergileri ile karşılanır.

İşte size bu krizin açıklaması...

Bu krizden nasıl çıkılacak?

Tüm Dünyayı derinden saran bir krizin içindeyiz. Bize de ucundan değerek, teğet geçeceğini dilediğimiz kriz, maalesef, ülkemizi de en derinden etkiliyor. Aslında kaçınılmaz olan bir sonuçtu bu. Globalleşen Dünya’da ülkeler arasındaki bağımlılık ve etkileşim bizim hayal edebildiğimizden çok daha fazla. Bunu ancak sonuçlarını yaşadığımız zamanlarda idrak edebiliyoruz.

Krizin bizi bunalttığı bir zamanda gelecek hakkında bir yazı yazmak çok zor oluyor. Neden gelecek dedim? Çünkü mensubu olduğum bilişim sektörünün geleceğin belirlenmesinde en önemli rol oynayan sektör olduğunu düşünüyorum. Bu bir mesleki önyargı da değil. Artık herkesin farkına vardığı bir zorunluluk. Bu kanıma en büyük destek de TÜBİSAD’ın e-mail kutusuna düşen bir basın bülteninden geliverdi. TÜBİSAD (Bilişim Sanayicileri Derneği) olarak üyesi olduğumuz, merkezi Brüksel olan EICTA’dan (Avrupa Bilişim Sanayicileri Dernekleri Konfederasyonu) gelen bir basın bülteniydi bu. Başlık da Avrupa Komisyonu’nun başkanı Jose Manuel Barroso’nun bir demecinden alınmıştı : “Krizden çıkış dijitalleşme ile olacak”. Bunu “Krizin çıkışını bilişimde görüyoruz” diye anlamak mümkün.

İçinde yaşadığımız gibi derin krizler, sistemin var olan paradigma içindeki sınırlarına dayandığı zamanlar yaşanıyor. Böyle krizlerden çıkmak için artık yeni şeyler söylemek, farklı şeyler yapmak, kısacası yeni başlangıçlar yapmak lazım. ‘Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ diye bir deyim var ya, işte öylesine bir başlangıç... Aslında inovasyon dedikleri de tam anlamıyla bu. Demek ki Avrupa’nın liderleri krizden çıkışın yenilenmede, yenilikçilikte ve verimi artırmada yattığını görmüşler. Umarım, bizler de görürüz... Bilişim bu yenilenmeyi tetikleyen, sürükleyen en önemli enstrümanlardan biri. Tüm sektörlerin, tüm ürünleri, tüm süreçlerin, kısacası hayatın her yerine nüfuz eden, yerleşen, hızlandıran bir teknoloji.

Globalleşen Dünya’da mal ve ve birçok hizmetin üretiminde olağanüstü verimlilik sağlandı. Çin’in ucuz emeğiyle sanayi malları ucuzladı, Hindistan’ın sunduğu ucuz emek ve bilişimin sağladığı olanakla “Dünya düzleşti”, hizmet sektörü olağanüstü gelişmeler gösterdi. Gelgelelim, bilgi toplumunun bilgi üretimi konusundaki verimliliği hala sağlanamadı. Bu konuyu ünlü yönetim gurusu Drucker çok güzel anlatır. Sınai malların üretimindeki verim artışı endüstri devriminin sağladığı makinalaşma ile değil, Taylor’un geliştirdiği seri üretim süreçleri ile artmıştır. Bir doktorun bir hastayı muayene etmesi, bir öğretmenin ilkokul öğrencilerine çarpım tablosunu öğretmesi, bir yöneticinin elemanlarını motive etme süreçlerindeki verim düzeyimiz, yüzyıl öncesi ile aynıdır hala.
Bilgi toplumuna gittiğimiz yolda da yeni verimlilik sıçramalarına gereksinim var. Bunun nasıl başarılabileceğini de henüz bilemediğini söyler, bu çok ileri görüşlü yazar. Ancak “akıllı çalışma” diye bir kavram ortaya atar.

Bilgi toplumuna giden yolda daha “akıllı çalışmanın” (smart work) yollarını keşfetmek zorundayız.

Makina ile üretim yapmanın verimi tek başına artıramayacağını gördüğümüz gibi, bilişim araç ve gereçlerini kullanıp, işlerimizi yine eskisi gibi yaparak beklediğimiz verimlilik artışını sağlayamayız. Şu anda yaşadığımız kriz bu türlü bir krizdir. 21. yüzyılın gerçek ve uzun süreli büyümesi, bu krizi çözecek akıllı çalışma yöntemlerinin geliştirilmesi ve toplumun tüm aktörlerinin bunu kullanmasıyla sağlanacaktır. Telefonun sadece işe yarayabilmesi için en az iki kişide olması gerektiği gibi, bilişim devriminin de beklenen verim artışını sağlayabilmesi için uçtan uca sayısallaşmanın, herkesin sayısal dünyaya etkin katılımı zorunludur. Ticari işletmelerden diğer ticari işletmelere, tüketicilerden firmalara, yurttaştan devlete tüm etkileşimlerin yeniden düşünülmesi, tasarlanması kaçınılmazdır. Böylece bilişimin verimliliği nasıl sürekli bir şekilde artıracağı görülecektir.

Avrupa’da hemen her sektörde büyümenin duracağı ve küçülmenin yaşanacağı düşünülen 2009’da bilişim sektörünün en az %2 büyüyeceği tahmini işte bu kaçınılmazlık nedeniyle yapılmaktadır. Bilişim sektörü geleceğin sektörüdür. Bilgi teknolojilerinin, iletişimle bütünleştiğini gören bu sektör, medya ve içeriğin, belki ileride başka sektörlerin bilişim tanımı altına alınacağını görecektir.

Bilişim verimliliği artıran bir sektör olduğu gibi, yeni girişimciler için önemli şanslar sunan bir iş koludur. Bu kriz bilişimin sunduğu fırsatları inceleyebilmek için bir vesile olsun. İşlerimizden biraz uzaklaşıp, şöyle uzaktan bir bakalım. Barroso’nun ne demek istediğini bir kez daha düşünelim : “Kurtuluş bilişimde olacak”...

Antalaya'da Yenilikçilikle Kalkınma

Diyalogo’ya katılım hızla artıyor, sitenin içeriği zenginleşiyor. Gösterdiğiniz yoğun ilgiye teşekkür ederiz. Amacımız ülkemizin dört bir yanındaki iki milyonu aşkın küçük ve orta çaplı işletmenin elektronik çağın nimetlerinden yararlanmalarını sağlayarak, daha verimli, daha rekabetçi, daha karlı işletmeler olarak varlıklarını sürdürmelerine katkıda bulunmak.

Bu köşede çoğunlukla güncel olmayan, her yerde rastlanmayan, konulara el atıyorum. Bu kriz döneminde uzun vadeli, soyut konular bazen anlamsız gelebilir. Ancak bazen, güncel bizi o kadar meşgul eder ki, büyük resmi göremez, yaşadığımız andaki başarılarımızın veya sorunlarımızın sonsuza dek devam edeceğini sanmaya başlarız. Oysa zaman sürekli akar; koşullar değişir, hiç çözülmezmiş gibi görünen sorunlar bir gün kendiliğinden ortadan kalkar, ama, bakarsınız daha büyük sorunlarla karşı karşıyasınızdır. Amacım hep bugünü tartışırken, geleceğin unutulmamasını sağlamak. İleride başımıza geleceklerden en başta kendimizin sorumlu olduğunu hatırlatmak. Başarının kolaycılıkla, vasatla vakit kaybetmek yerine iyiyi, doğruyu ve güzeli aramakla elde edilebileceğine işaret etmek.

Bu konularda yalnız olmadığımızı görmek de çok sevindirici. Geçtiğimiz günlerde Antalya Sanayiciler ve İş Adamları Derneğinin düzenlediği “Girişimcilik ve Yenilikçilik” haftasının kapanış paneline konuşmacı olarak katıldım. Antalya, son yirmi yılda turizm sektöründe yaptığı büyük atılımla ülkemizin döviz makinesi haline geldi; başdöndürücü bir şekilde büyüdü ve gelişti. Ülkemizin tüm şehirleri göçten olumsuz yönde etkilenirken, Antalya iklim ve yaşam koşullarının da avantajıyla, yurt içi ve yurt dışından sermaye ve nitelikli işgücünü çekebildi, hızlı şehirleşmesini diğer illerimize göre daha başarılı yönetebildi. Antalya ekonomik gelişmesinin yanında, kültürel anlamda da canlı, geleceğe umutla bakan bir şehir. Davet edildiğim panelin konusu “Yerel Kalkınma ve İnovasyon” idi. Benim de dahil olduğum, herşeyin devletten beklendiği dönemlerin gençliği için, bir şehrin, kendi inisiyatifi ile geleceğini konuşması, hele kalkınmanın yenilikçilikle (inovasyon) nasıl başarılabileceğini tartışması ilginç bir sürprizdi. Ben de toplantıya “Antalya nerede Inovasyon yapabilir” başlıklı bir konuşma hazırladım.

Bir süredir yerel kalkınma ve inovasyon (yenilikçilik) birlikte anılan iki kavram oldu. Amerika’da Silikon Vadisi’nde toplulaşan, yaratıcı ve yenilikçi KOBİ’lerin yol açtığı bilişim devrimi ve bunun ABD’nin Pasifik kıyısında oluşturmuş olduğu müthiş kalkınma sanırım bunun en önemli nedeni. Bu bölgede çok mütevazı koşullarda başlayan şirketlerden, Intel, HP, Apple, Oracle ve Google gibilerini artık hepimiz tanıyoruz. Diğer binlerce irili ufaklı firma da bugün kullandığımız birçok teknolojik ürüne buluşlarıyla katkı sağlıyorlar. Silikon Vadisi çok önemli bir tarihi ve iktisadi bir olgu olduğundan birçok araştırmaya, doktora tezlerine konu olmuştur. Silikon Vadisi’nin sırrı, bugün, kümelenme (clustering) adı verdiğimiz, şirketlerin bir bölgede sinerji yaratan toplulaşmasını ifade eden kavramla açıklanmaya çalışılıyor. Yüksek risk içeren yenilikçi bir girişim kendisini en rahat hissedeceği, maliyet ve risk avantajı sunan yere gidiyor; bu da çoğunlukla kendisine benzeyen başarılı firmaların yakın çevresi oluyor. Kümelenme, bilginin dönüşüm hızını, dolayısıyla inovasyonu artırıyor; inovasyon arttıkça bölgeye daha çok yatırım geliyor ve bölge hızlı bir kalkınma sürecine giriyor.

Kümelenme kavramı birçok ülkeyi bir takım “vadi” projelerine sürükledi, ancak Amerika dışında pek başarılı örnekler oluşturulamadı. Bizim ülkemizde de bu kavram artık çok kullanılıyor, DPT’nin, çeşitli bakanlıkların üzerinde çalıştığı, bölgesel kalkınma ve kümelenme projeleri var. Diyalogo’da da bir sanal kümelenme projesidir. Umarız Diyalogo’da kurulan sinerjiler, mesafelerin öneminin yitirdiği bu dönemde, yerel olmayan işbirliklerinin artmasına vesile olur. Biz de görevimizi yapmış oluruz.

İnovasyonun (Yenilik) üç temel veçhesi vardır. Bunlardan ilki önerilen ürün veya sürecin yeni olması, ikincisi daha iyi olması, üçüncüsü ise risktir. İnovasyon riskli bir iştir ve bu nedenle riski yönetmeyi becerebilen girişimciler tarafından yapılır. Risksiz kazanç olmaz. Girişimci olmadan da inovasyon olmaz. Kümelenme teorisyenleri, işletmelerin bölgesel yoğunlaşmasında ortak maliyetleri azaltma, eleman transferi veya işbirliği ile birbirlerinden öğrenerek yenilik riskini kontrol etme güdüsünün yattığını düşünüyorlar. Ben de bu teorik altyapıyı verdikten sonra, Antalya hakkındaki önemli gözlemlerinden birini paylaştım dinleyicilerle. Antalya deyince aklımıza hep tatil ve turizm geliyor. Ancak, Antalya, yakın dönemde Türkiye’nin tarımda en büyük atılım yapan şehri oldu. Tohumculuk, fidecilik, seracılık, tarımla ilgili sanayi ve hizmetler ve üniversitesi ile birlikte, ileri teknolojili tarım Antalya’da kümeleniyor. Modern tarım girişimcileri yatırım bölgesi olarak Antalya’yı seçiyor. Antalya tarım sektöründe gerçek anlamda bir inovasyon süreci yaşıyor.

Doğrusu biraz da çekinerek yaptığım bu saptamayı benden sonra söz alan yerel yöneticiler ve yetkililer memnuniyet hatta coşkuyla karşıladılar. Hatta Antalya vali yardımcısı daha da ileri giderek “Antalya Tohumculuk Vadisi” projesini ortaya attı. Aslında bir yüksek teknoloji hayranı olarak bunu ben ifade etmek isterdim, ama doğrusu çekinmiştim. Çünkü tarım değer zincirinde en bilgi yoğun, en karlı iş alanı aslında tohumculuk. Maalesef yediğimiz sebzelerin çok büyük çoğunluğunun tohumları yüksek verimli çeşitlerin üretilmesini sağlayan veyurtdışından ithal edilen hibrit tohumlar. Tarımsal karımızın en önemli kısmı tohum ithali ile yurtdışına gidiyor. Tohum üretimi konusunda Antalya’da küçük yerli girişimcilerin olduğunu da öğrendim, ancak, şu anda başlangıç aşamasındalar. Umarım üniversite-sanayi işbirliğiyle bu atılım yapılır da ülkemiz tarım değer zincirinin en değerli halkasını da kapatmayı başarır.

Şimdilik bu kadar. Bir ilimizin kendi inisiyatifi ile geleceği ve ülkemiz için projeler ortaya koyması, kendini yeniden keşfetmesi çok umut verici bir gelişme. Darısı diğer illerimizin başına...

Sanayi Envanteri Sonuçları ve Düşündürdükleri

Sanayi ve Ticaret Bakanlığının uzun süredir üzerinde çalıştığı Girişimci Bilgi Sistemi (Sanayi Envanteri ) ilk sonuçlarını verdi. Sayın Bakan Zafer Çağlayan sonuçları açıklarken “Krizin MR’ını çektik” ifadesini kullandı. Şimdi MR raporunu okuyalım ve yorumlamaya çalışalım:
• Türkiye’deki 2.010.377 işletmenin toplam cirosu 1.7 trilyon YTL’dir.
• Bu işletmelerin toplam karı 98.7 milyar YTL’dir.
• Satış karlılık oranı %5.8’dir.
• Aktifi 100 milyon YTL üzerinde olan firma sayısı sadece 1546’dır.
• Bu 1546 firmanın toplam karı 50 milyar TL’dir. Firmaların onbinde sekizi toplam karın yarısından fazlasını yaparken, geriye kalan 2.008.831 işletme, geriye kalan 48.7 milyar YTL karı paylaşmaktadır.

Aritmetiği yapınca işletme başına karlılık yıllık 24.000 YTL olarak gözüküyor. Bu da ayda 2000 YTL’lik bir kazanca karşılık geliyor. Kayıtdışı karların olabileceğini düşünsek bile, gerçek rakam bu rakamın birkaç katını geçemez. İşte Türkiye’deki krizin odak noktası budur. Ulusal kaynaklarımızı çok yanlış değerlendiriyoruz. Ortalama yüzde on reel faiz ödeyerek borç aldığımız parayla, onun faizini dahi ödeyemeyecek karlılıkta işler yapıyor, sonuçta borcu borçla kapamak zorunda kalıyoruz.

Bu köşenin hala sıkılmamış okurları için, bu çalışmanın sonuçları hiç şaşırtıcı olmamalı. Çünkü bu köşenin hatta Diyalogo’nun misyonu, Türkiye’nin rekabet sorunu yaşayan işletmelerine çıkış yolu aramak. Bu soruna kafa yormak, bir tartışma ortamı yaratmak. Banka ve teçhizat tedarikçilerinin “Kralsın sen KOBİ” yaklaşımının sığlığıyla mücadele ederken, işletmelere ve işletme sahiplerine daha akıllı olmalarını, stratejik düşünmelerini öğütlemeye çalışıyorum. Türkiye’nin kalkınmasında bir KOBİ aydınlanmasına gerek olduğunu hemen hemen her yazımda ifade ediyorum. Geçmişte bu “gazlara” gelen sevgili KOBİ’lerimizin, banka’dan gelen kredi, devletten gelen teşviklerin yarattığı hevesle tarlaları satıp, bir çok yanlış yatırım yaptığını anlatmaya çalışmıştım. İşsizliğin çok yüksek olduğu bu ülkede, tam otomatik, pahalı robotik tezgahlara neden para yatırılır anlamam. Gümrük Birliği’ne girdiğimiz yıl, İtalya’daki tekstil makineleri fuarı sırasında, otelleri Türk ziyaretçiler doldurmuştu da, işadamlarımız aynı yatakta iki kişi yatıp, üretici firmaların iki yıllık tüm üretimlerini kapatmışlardı. Şimdi Türkiye’nin yıllık havlu ihtiyacını bir haftada dokuyabilecek makina parkımız var. Ama havlular artık Çin’den geliyor. Biz bu fabrikaları kurduk, borçlarını dişimizden tırnağımızdan artırıp ödedik. Şimdi atıl durumda... Peki çalıştık da ne oldu diyeceksiniz? Patronumuz reel faizin altında bir karlılığa, işçimiz boğaz tokluğuna ve iş garantisi olmadan çalışmaya razı oldu; yapılması en zor siparişleri büyük fedakarlıklarla karşıladık, ihracat yaptık. Sonunda pardon dediler: “Çin daha ucuza veriyor”. Ucuzun daha ucuzu mutlaka bulunur. Umarım bu kriz bu aklın değişimine neden olur.

Ancak gazete haberlerinden anladığımız kadarıyla Sanayi Bakanlığımız şimdi de 22 sektöre yönelik olarak rekabetçilik stratejisi hazırlatıyormuş. Son derece umut verici bir gelişme.
Bu krizin bizim için en olumlu tarafı bu oldu. Ülkemizin sanayicisinden bürokratına, yerel yönetiminden parlamentoya, işçisinden, işsizine kadar herkesin aklını başına getiriyor. Kolay kalkınma, kolay refah, kısa yoldan zenginlik diye bir şey yok. Artık başkasının yapmadığını ya da yapamadığını yapabilecek bir beceri düzeyine çıkmak zorundayız. Bu kriz global, bizi etkilediği gibi, bizim dışımızdaki herkesi de etkiliyor. Kartların yeniden dağıtılacağı bu dönemde, önümüzdeki fırsatlara odaklanmalı, Yeni Dünya Düzeni’nin nasıl şekilleneceğini görüp, ona göre pozisyon almalıyız. Geçen yazımda, Dünya’nın yaşamış olduğu yoğun kirlenme, global ısınma ve artan kuraklık nedeniyle, İsrail’in tüm gelecek sanayi planını bu ortamla mücadele üzerine kurduğunu anlatmıştım. Biz de bu teknolojilere girecek miyiz, arge yatırımlarımızı artıracak mıyız? Üç kuruşa, başkalarının markalarına havlu dokumaya devam edecek miyiz, yoksa o markaları satın mı alacağız? İş arayan gençliğimize inşaat amelesi vizyonu mu sunacağız, yoksa yazılım mühendisi mi? Rüzgar ve güneş potansiyelimizi mi değerlendireceğiz, yoksa doğal gaz ve petrole bağımlılığımızı mı artıracağız? Ülkemizin genetik mirasını değerlendiren, yüksek katma değerli bir tarım ülkesi mi olacağız, yoksa ithal tohum ilaç ve gübre ile, dışa bağlı, düşük katma değerli bir tarım mı yapacağız? Ucuz, kitle turizmiyle, tüm doğamızı mı katledeceğiz, yoksa kültür turizmine mi yöneleceğiz?

İşte şu anda düşünülmesi gerekenler bunlar? Tekrar olacak, ama yine : “Herşey akıllı bir soru sormakla başlar”.

Artık başlayalım.

Krizden fırsat yaratmak(!)

Yurtdışından hergün bir başka kuruluşun batma haberi geliyor. Önce finans sektörü çöktü. Şimdi reel sektörden kötü haberler gelmeye başladı. Haberler kötü, tüketiciler tutuk ve temkinli. Derin ve uzun bir durgunluğa doğru gidiyoruz... Bu kez, kriz global olduğundan, tek tek ülkelerin alabileceği tedbirler yeterli olamayacak. Başta krizin müsebbibi ABD olmak üzere, geniş katılımlı ve ortak akılla idare edilen bir program ortaya koymak lazım. Zaten 15 Kasım’da başlayan G-20 zirvesi de bu amaçla toplandı. Umarım bir hal çaresi bulurlar.

Finansal krizler ergeç çözümlenir. Ama reel ekonomi zarar görünce bir daha kendine gelmesi çok zaman alır. Adı üstünde reel sektör... Finans sektörü kolay yıkılır, ama, çabuk kendine gelir. Reel sektörde öyle mi ya? Dünya kadar nakit paran olsa bile, (ki olmaz) bir fabrikanın ürün hattını başka bir ürüne çevirmek, aylar, yıllar alır. Başka yere taşıyayım desen, kolay kolay taşınmaz. Kriz bitse, imalata yeniden başlayayım desen, kaybettiğin çalışanlarını bir daha bulamazsın. Kısacası reel sektörün işi gerçekten zordur...Ancak, hayat devam ediyor ve edecek. Ve en önemlisi, hayat reel sektörün verdikleri, ürettikleri ile devam edecek. İnsanlar bir şekilde yiyecekler, içecekler, barınacaklar, çocuklarını okula gönderecekler; temel gereksinimlerini garantiye alabilirlerse diğerlerine sıra gelecek. Ekonomi insan gereksinimlerinin karşılanması için yapılan faaliyetlerdir. İnsan gelişmişliğinin bu aşamasında, motorlu ulaşım, cep telefonu ve bilgisayarlar döneminde, insanlığın bütün bunlardan vazgeçerek geçmişe döneceğini düşünmek abesle iştigal olur. Ekonomide düzen yeniden kurulacak, canlanma ve büyüme yine gelecek. Ekonomik sistemlerin kendilerini krizlerle yenilediğini anlamalıyız artık. Şimdi yenilenme zamanı...

Geçen hafta, Gebze Ticaret Odası’nın bir organizasyonuyla, Gebzeli sanayici ve işadamları olarak Napoli’de, İtalya’nın nispeten az gelişmiş, Campania bölgesi ile Akdeniz ülkelerinin işbirliğini geliştirmek üzere düzenlenmiş bir uluslararası konferansa katıldık. Napoli biraz eskimiş olmakla birlikte güzel bir Akdeniz şehri. Soylu, kişilikli bir şehir. Ekonomide geri kalmış ama mihrap yerinde... Konferans, eski bir fabrikalar kompleksinde oluşturdukları Teknopark merkezinde düzenleniyordu. Düzenleniyordu dedim, ama, pek o kadar düzenli oldukları söylenemezdi. İlk günün, ilk toplantısı bir buçuk saat geç başladı. Çünkü yetkililer gelmedi. Bir çok ülkeden gelen misafirler, hiç bir açıklama dinleyemeden ayakta bekledi. Türkiye’deki en kötü organizasyonun bile bundan daha iyi yapılacağını, Türk heyetindekiler, aramızda söyledik, durduk. Türkiye, galiba, bir Akdeniz ülkesi olarak zamana çok daha fazla duyarlı. Turizm sektöründe kısa vadede bazı riskler alarak, konumlamamızı değiştirebilsek, kendimizi pazarlamaya biraz daha fazla önem versek, bizi kimse tutamaz. Türkiye’deki ürün, hizmet kalitesi yakalanamaz derecede üstün, ama, fiyatlarımız nedense Akdeniz’deki en düşükler arasında, hatta en düşüğü...

Bu kriz sürecinden yenilenerek çıkma yolunda ilk kafa yormamız gereken şeylerden biri pazarlama... Sadece masrafları kısmakla, eleman çıkarmakla iş olmuyor. Kaliteli ürünümüzü hak ettiği fiyata satabilmek için marka ve imaj yaratmak zorundayız. Bu çok daha güçlü bir iletişim becerisi gerektiriyor. Maalesef iş iletişime gelince de çok sorunluyuz. Katılan tüm Arap ülkeleri birkaç dil konuşabilen üyelerden oluşurken, bizde İngilizce bilen kişilerin sayısı birkaç kişi ile sınırlı idi. Bunun yanında, bizim yabancı dil utangacı küçük ve orta çaplı iş sahiplerimizin birçok ülkeye mal satmaları, ihracat yapabilmeleri ise o derece hayranlık verici idi. Ancak, çalıştığımızın karşılığını alabilmek için, üretmeye, satmaya önem verdiğimiz kadar, pazarlamaya da önem vermeliyiz. Pazarlama genellikle, reklam ve tanıtım olarak anlaşılıyor; oysa...

Pazarlama öncelikle doğru ürünü üretmekle başlar. Sadece çok çalışmakla kazanılmaz, doğru işi yapmak da önemlidir. İngilizce’de bu "hard work” ve “smart work” ayrımı ile çok güzel yapılmıştır. Doğru ürün ise değerin nerede olduğuna, nereye doğru kayıp gittiğine bakılarak; pazarda boşluklar (niche) tespit edilerek belirlenir. Kriz dönemi ürünlerde ve değer algılamalarında değişimlerin en çok yaşandığı dönemlerdir. Zaten ekonomik büyüme değer üretemeyen alanlardan, daha çok değer üreten diğer alanlara geçilerek tekrar sağlanır. Napoli konferansında da ilgimi çeken konu bu oldu. Türkiye ve Arap ülkeleri tekstil ve turizm konusunda yatırımlarını anlatırken, İtalyan şirketleri pasta, kek, makarna ve şarap pazarlamaya çalışırken, İsrail’liler çok ilginç bir sunum yaptılar.

İsrail’in sunumu dört alana odaklıydı: enerji, su, tarım ve çevre...Sunumu yapan İsrail temsilcisi, kendinden son derece emin bir şekilde, “Önümüzdeki yıllarda küresel ısınma nedeniyle bu alanlarda çok ciddi sıkıntılar olacak. Akdeniz bölgesine ve tüm Dünya’ya geliştirmiş olduğumuz teknolojilerle hizmete hazırız” dedi. Evet biz ne konuşuyoruz, onlar neler konuşuyorlardı? Yukarıda, “Pazarlama önce en doğru ürünü üretmekle başlar” derken bunu ifade etmek istiyordum. İsrailli firmaların, güneşten elektrik enerjisi elde eden fotovoltaik pil teknolojisini geliştirirken hedefleri ne idi? Ya da deniz suyundan tatlı su elde etmenin maliyetlerini düşürmeyi, ev ve sanayi kullanım suyunu yüzde yetmişbeş oranında geri kazanmayı, tarımda mininum su kullanımını sağlayan damlama teknolojilerini geliştimeyi nereden ve nasıl akıl etmişlerdi?

Bu kadar akıllı kararların alınmasında devletin rolünü görmemek olanaksız. İsrailde teşvik politikaları, gelecek öngörüsüyle ve hangi alanda rakipsiz veya az rekabetle karşılaşacaklarına göre yapılıyor. Daha az rekabet daha fazla kar , daha fazla sermaye birikimi ve daha fazla kalkınma demektir. Eğer sizler sürekli olarak gelecekte en çok gereksinim duyulacak ürünlere odaklanırsanız ve karsız olduğunuz alanları bırakırsanız, krizler sizleri zayıflatmaz, daha güçlü kılar. Yaşadığımız krizin nedeni George Bush ve politikaları ise, petrolden elde edilen aşırı karlar ve bu aşırı karların değer yaratmayan ve sonradan batan fonlara yatırılması ise, çıkışı da bu paradigmanın reddi ve sonlandırılması ile olacaktır. Göreceksiniz, güneş, rüzgar ve diğer alternatif enerji kaynakları ne kadar önemli olacak? Kuraklıkta tarım yaparak halkını besleyebilen ve tarım ürünleri ihracatı yapabilenler ne kadar kudretli hale gelecekler? Örenk mi arıyorsunuz? Yirmi yıl önce bilişimin ucundan tutmayı akıl eden ülkelere bakın yeter.

Evet sevgili dostlar, bu krizde yapacağımız en önemli şey, bir geçmiş ve gelecek muhasebesi olmalıdır. Krizden fırsat çıkarmak ancak böyle olur. Gazetelerde krizden fırsat çıkarmak yorumları, haberlerini boy boy okuyoruz. Doğrusu hiç biri anlamlı gelmiyor; hiç bir şey bu kadar kolay ve ucuz değil. Krizi nedenleriyle iyi etüd etmişsen, etkilerini iyi incelemiş ve irdelemişsen, nasıl çıkılabileceği üzerine tezler geliştirmişsen, kısacası çok ve akıllı çalışmışsan, krizden fırsat yaratma şansın artar. Umarım, bu kez öyle yaparız...

Sağlıcakla kalın.

Ülkemizin geleceği işletmemizin başarısında yatıyor.

Kapalı ekonomi içinde yaşadığımız günlerde, ekonomi bu kadar gündemimizde olmaz, bugün bildiğimiz ekonomi terimlerini duymaz, bilmezdik. Ekonomimiz dışa açılıp, hem de kötü yönetilince, art arda gelen krizlerle en sade vatandaş bile ekonomiyi anlamak zorunda hissetti kendini. Şimdi ekonomi radyoda, TV’de ve gazetelerde çok daha fazla yer alıyor, heyecanlı konuşmacılar, bize çok uzak ülkelerin tüketici moralindeki bozukluğun, bizdeki dolar kuruna etkisi gibi konuları tartışıyorlar. Hoşsohbet ekonomi profesörleri inen-çıkan, döviz, faiz ve borsayı tartışıyorlar. 2001 krizinin arkasından zirveye çıkan bu konuşmaların bağlandığı nokta ise: “Siyasi istikrarla mali piyasalara güven gelirse, kamu maliyesi iyi yönetilirse, makro ekonomik dengeler yerine oturur, dış yatırım gelir, ekonomi yoluna girer” oluyordu. Şimdi tek parti iktidarı var -siyasi istikrar hala sağlanamıyor- göreceli bir makro ekonomik denge içindeyiz, ama insanlarda işler yolunda gitmiyormuş gibi bir hava var. Hepimiz farkındayız: sattığımız aldığımızı karşılayamıyor, cari açık büyüyor. Üretiyoruz, ihraç ediyoruz ama katma değerimiz, yani kar marjımız düşük olduğundan bir türlü bu çemberden dışarı çıkamıyoruz. Yüksek faizle sürekli borçlanarak geleceğimizi ipotek altına sokuyoruz. İçinde yaşadığımız denge ortamının kırılgan olduğunu biliyoruz, bu bizi ayağımızdaki nasır gibi sürekli rahatsız ediyor.

Ülkemizin bir KOBİ ülkesi olduğu söylenir. Ben buna gerçekten inanmam. Bu işletmelerin önemli bir kısmı kavramın yanlış anlaşılmasından gelen, çoğunlukla girişimcilik eseri olarak değil, zorunluluktan ortaya çıkmış, ekonomik değeri çok az olan “meşguliyet”lerdir. İnsan Almanya’da mittelstand adıyla anılan KOBİ’leri gördükten sonra, KOBİ’nin ne olması gerektiğini anlıyor. Almanya’da istihdamın ve milli gelirin en büyük kısmı, aile işletmesi olarak çalışan, muhafazakar yönetim tarzına sahip, kaliteli ürünlerini tüm dünyayaya ihraç eden KOBİ’ler tarafından gerçekleştiriliyor. Bu işletmeler için önemli olan, büyük olmak değil, işinde en iyi ve uzman olmak, Dünya’da herkesin peşinde koştuğu benzersiz ürünler üretebilmektir. Alman mittelstand’ları aile geleneğinden gelen bir ustalık ve maharetle, binlerce mekanik, elektronik, elektromekanik ürünler üretirler. Tüm Dünya onların müşterisidir, Çin rekabetinden hiç etkilenmezler; hatta büyüyen Çin en büyük müşterileridir.

İş hayatım boyunca tüm Türkiye’de ve yurt dışında bini aşan işletmeyi bizzat gezdim. Sorunlarıyla içiçe oldum. Türkiye’deki KOBİ’ler, iki ana kategoriye ayrılabilir: 1) Ana sanayinin tedarikçi yan sanayii, ya da dağıtıcı ve acentaları, 2) Bağımsız işletmeler. Birinci kategorideki firmalar, ana sanayinin verdiği bilgi ve know-how’la sadece onların istediği ürünleri üretir, ana sanayinin belirlediği fiyat ve tolere ettiği karla onlara satarlar. Bu firmaların çoğunlukla kendi teknolojileri ve markaları yoktur. Haksızlık etmeyelim, özellikle otomotiv yan sanayii’nde, ana sanayi artık ürün tasarımını da yan sanayiye devretmeye başlayınca bu firmalarda ciddi know-how olmaya başladı. Ancak markaları olmadıkları için uluslararası pazarlarda güçlü ve bağımsız davranamıyorlar. İkinci kategorideki firmaları “Bağımsız” olarak ifade etmiş olsam bile onlar da kendi ürünlerine ve markalarına sahip değiller. Tarım ürünlerini ihracat için işlerler, markasız tekstil ve konfeksiyon üretirler. Son zamanlarda makina sanayii kendi know-how’ını üreterek ihracatçı konuma geldi ama bu Türk sanayiinin genel karakteri değil. Büyük sanayide olsun, küçük sanayide olsun katma değer büyük ölçüde işçilik sınırı içinde kalmıştır. Eğer bir üründeki katma değeriniz işçiliğe bu kadar bağımlı ise yandınız. Mutlaka işçilik fiyatlarının düşmesi lazım ki rekabetçi olabilesiniz. Düşük döviz kurlarından bu nedenle şikayet ediyoruz.

Demek ki ekonomimizde birşeyler eksik. Makro istikrar derken mikroekonomiyi ihmal etmişiz. Örneğin bilişimdeki en büyük fırsatı bu dönemlerde kaçırdık. Mikroekonomiyi dönüştürmek ise o kadar kolay değil. Öyle bir kaç parametreyi iyi yönetmekle başarılamıyor. Sektör sektör, bölge bölge politikalar geliştirmek, stratejik planlar yapmak zorundasınız. Yerel yönetimlerin, girişimcilerin, sivil toplum kuruluşlarının, çalışanların ve en sonunda da düzenleyici ve kaynakları dağıtan kurum olarak devletin görevleri var. Ama en büyük sorumluluk işletme sahipleri olarak bizlere düşüyor. Daha bilgili, daha bilinçli olmalıyız. İşte “aydınlanmadan” kastım bu. Ülkemizin, ekonomimizin geleceğinin tek tek kendi işletmelerimizin başarısında yattığının farkına varmak... Çözümleri dışımızda, sadece siyasette aramak yerine işimize odaklanmak, kontrolu bizde olan etmenlerle başarının yolunu araştırmak... Ciddi bir düşünce süreci gerektirir bu. İşini doğru yapmanın yanında doğru işi yapma çabasıdır. Severek ve tutkuyla üretilen ürünlere, üretici ailenin onuru olarak bakılmasıdır. Türkiye gibi girişimci potansiyeli yüksek olan bir ülkenin girişimlerin kalite ve karakterinde yapacağı küçük bir kırılma ile çağ atlayacağı kuşkusuzdur. Bu atılım KOBİ’lerden gelecektir, gelmelidir...

Sağlıcakla kalın.

Tuğrul Tekbulut

Ekonomimizi KOBİ'ler mi kurtaracak?

Yirmibeş yıldır, Türkiye’de genel adı KOBİ olan küçük ve ortaboylu şirketlerle onların çalışanları, yöneticileri ve patronlarıyla içiçe oldum. İşim gereği bu şirketlerin temel yönetim sorunlarını çok yakından öğrenme fırsatım oldu. Bilgisayarlaşmayı hedefleyen her işletmenin aslında “işini daha iyi yapma” gibi bir hedefi vardır. Bu nedenle müşterilerimiz işletmelerindeki en mahrem konuları bizlerle paylaştılar. Bu sayede Türk işletmelerinin yönetim ve rekabet sorunları hakkında derin bir tecrübe ve bilgi birikimimiz oldu.

Bir önceki yazımda özellikle meslek hayatımın ilk 17-18 yılının yüksek enflasyon dönemi olduğunu söylemiştim. Önümüze konulan problemler de genelde yüksek enflasyonun oluşturduğu risklerin yönetimi üzerine idi. Bunların en önemlisi de “cari hesap” takibiydi. Yüksek enflasyon zamanında stoklar pek dert edilmez, bir şekilde değerini korur. Oysa para bir anda “pul” olabilir. Bu nedenle “Kimin ne kadar borcu var?”, “Kim nasıl ödüyor?” , “Alacaklarımın, borçlarımın ortalama yaşı nedir?” gibi sorular işletme ihtiyaçlarını tarif etmeden kullanılan temel sorulardı. Bankalar, sadece bağlı bulunduğu holdingleri finanse ettiğinden tüketicileri, küçük ve orta işletmeleri kredilendiren bir yapı yoktu. Mal satışları vadeli yapılmak zorundaydı. Satışları artırmak için ise sürekli kampanyalar düzenlenirdi. Firmalar müşteriye cazip olabilmek için taksitler, uzun vadeler, ilginç risturn hesapları icad eder; “iki paket deterjan yanında bir tencere, tava” gibi promosyonlar düzenlenir, gazeteler sofra takımları dağıtırlardı. Doğrusu talebi canlı tutabilmek için, bu türlü promosyonlar günümüzde de devam ediyor. Benim bunları hatırlatmaktaki amacım ise bu pazar koşullarının bir çok ilginç yazılım çözümlerine yol açtığını ifade etmek. 90’ların başında icad ettiğimiz kampanya tarif aracının (bunun için bir bilgisayar dili icad etmek zorunda kalmıştık) bugün ürünlerimizin yurt dışında çok esnek diye algılanmasındaki en büyük nedenleri oluşturduğunu söylemek lazım. O günlerde maliyetlere bugünkü kadar önem verilmez, pazarlama-müşteri ilişkileri, hatta envanter yönetimi bile ikinci planda kalırdı.

Globalleşmenin etkisiyle, Gümrük Birliği gibi anlaşmalarla, ekonomimiz dışa açıldıkça “Dünya ile rekabet olgusu” gündeme oturmaya başladı. Bütün işletmelerde yönetim (management) olgusunun gerekliliği kendini hissettirdi. Yeni yönetim akımları, kimi kez çok başarılı bir şekilde, kimi kez de içeriği tam olarak anlaşılamadan uygulamaya konuldu. Bunların ilkini ve en etkili olanını “Kalite Yönetimi” salgını olarak hatırlıyorum. Japonya’nın ekonomik başarısının etkisiyle bu akım ülkemizi öylesine etkiledi ki, yüksek üretim kalitesine ulaşabilirsek bütün dünyanın mallarımızı almak için sıraya gireceğini hayal eder olduk. Bu salgın KOBİ’lere de yayıldı; işletmeler ISO-9000 belgesi peşine düştüler, bir çok şirket “Toplam Kalite Yönetimini” bir yönetim felsefesi olarak benimsedi. Kalite işi öyle ciddiye alındı ki, kısa bir süre içinde, Türk şirketleri Avrupa Kalite Ödülleri’nin hepsini toplar hale geldiler. Türk yöneticileri ve işçileri kalite çalışmaları sayesinde büyük bir moral kazandılar. Bugün işletme kültürümüzdeki birçok birikimi 90’lı yıllardaki bu çalışmalara borçluyuz. İşletmelerimizde takım ruhundan, hedefe odaklanmaktan, iş süreçlerinden, planlamadan, personel yerine insan kaynaklarından bahsedilmeye başlandı. Kalitenin son kontrolde değil, üretim sürecinde garantilenmesi düşünüldü. Zamanla süreç yönetimi, üretim platformundan tüm iş faaliyetlerine kadar genişletildi. Bunu yapabilecek araç ve gereçleri de bilgi teknolojileri sunuyordu. Bilişim sektörü işletmelerdeki penetrasyonunu artırdı ve büyümesini hızlandırdı. Sektörümüz bugün de büyüme projelerini iş süreçlerinin yönetimi üzerine kurmaya devam ediyor. Çünkü yapılacak çok şey var.

Ancak yönetim bir bilgisayar oyunu gibi. Siz canavarları ışınladıkça yenileri ve daha güçlüleri gelmeye başlıyor. “Tam doğruyu bulduk” derken, bir büyük ejderha, Çin rekabeti geldi. Hiçbir kalite süreci gözetilmeden, çevreyi kirleten, gayri insani koşullarda üretilen, çoğu kez de kalitesiz olan Çin mallarının dayanılmaz fiyatlarıyla rekabet edemediğimizi gördük. Kalitenin her derdin devası olmayacağı anlaşıldı. Bu nedenle de kalite kavramı gündemden oldukça düştü. Geçen hafta Türkiye’deki imalatını kapatıp, herşeyi Çin’den ithal etmeye başlayan bir küçük üretici “aldığım herşeyi o kadar ucuza alıyorum ki arıza yapan ürünü atıp yerine yenisini verebiliyorum” dedi. Amacım yaşadığımız kalite sürecini anlamsızlandırmak değil. Hiçbir rekabet ve yönetim modelininin her zaman, her yerde aynı etkiyi yaratamayacağına işaret etmek. Japonya’yı kalkındıran kalite yönetimi, 20-30 yıl sonra, hemen hemen hiçbirinin fikri haklarına sahip olmadığımız ürünlerin en kaliteli şekilde ülkemizde üretimiyle zaten ülkemizi kalkındıramazdı. Her işletmenin, her sektörün, her ülkenin, kendi rekabet modelini, kendi stratejik güçlerini, içinde yaşanılan zamana, sosyal ve coğrafi konumuna göre değerlendirmesi ve kendine özgü bir model geliştirmesi gerekiyor. Örnek alınmalı, ancak örneğin sınırlarını da önceden irdelemek zorunlu.

Bunları niye anlatıyorum ? Çünkü efendim “o bitti, bilişim verelim”, “kalite bitti inovasyon verelim” furyalarına dikkat çekmek istiyorum. Malını, iş modelini pazarlamak isteyen herkes bu söylemleri kullanabilir. Ancak bizlerin yönetim modalarına kapılmayıp, bunları benimsemeye kalkmadan daha bilinçli irdelememiz gerekli. Biz furyaların peşine takılırken, takılmayanlar, dünyayı dönüştürecek akımları görebilenler başarılı oldu; aradan sıyrıldılar. Hindistan ve Çin dünya devi oldu. Şimdi bir de fahiş enerji fiyatları ile mücadele etmek zorundayız. Bizim ülkemizin çok büyük doğal kaynakları yok. Ama başarma azmimiz ve kıvrak bir beynimiz var. Diyorum şu tutkululuğumuzu, şu esnekliğimizi kendimize ait yaratıcı fikirlerin peşinden gitmekte kullanalım. Sanki artık, daha üst düzey bir bilinçlenmeye, yani bir çeşit “aydınlanmaya” ihtiyacımız var. Bu aydınlanmanın azimli, dirayetkar, -ama çoğu kez de önemli yanlışlar yapan- ekonomik aktörler olan biz KOBİ’lerde olmasının daha da önemli olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle bu açılımın adını “KOBİ Aydınlanması” olarak koydum. İlerideki yazılarımda bu konuyu daha etraflıca işleyeceğim. Demek istediklerimin o zaman daha iyi anlaşılacağını umuyorum.

Sağlıcakla kalın.

Tuğrul Tekbulut

Logo Yazılım Kurucusu

Başlangıç Yazısı

Sizlere yeni platformumuzda ‘merhaba’ demenin kıvancı içindeyiz. Kısa bir süre sonra bir çeyrek asrı tamamlamış olacağız. Bu çeyrek asır, Türkiye’nin kapalı bir ekonomiden açık bir ekonomiye dönüşmesine ve dünyaya açılmasına tanıklık etti. Döviz bulundurmanın suç sayıldığı bir dönemden tam konvertibiliteye geçildi. İhracatımız, 2-3 milyar dolardan bugünkü 100 milyar doları aşkın seviyesine geldi. Türkiye Avrupa ile Gümrük Birliği’ne girdi. Başka ülkelerde çok ciddi izler bırakabilecek bu değişimler, Türkiye’de halkımızın uyum kabiliyeti, sabır ve çalışkanlığıyla başarıyla atlatıldı. Türkiye’nin küçük ve orta boy işletmeleri, başka ülkelerin yıllarca uyum yardımları aldığı Gümrük Birliği’ne hiçbir destek almadan girdi. İşletmelerimizin karşı karşıya kaldıkları sorunları ve yönetmek zorunda oldukları süreçlerin zorluğunu ifade edebilmek için, bir de bu dönemin yüksek enflasyonun oluşturduğu güvensizlik ve belirsizlik ortamında geçtiğini hatırlatalım. Türkiye bu zorlu süreçte büyümesini sürdürebilmişse, küresel pazarlara uyum sağlayabilmişse, bunda sürekli yeni rekabetçilik olanakları geliştirebilen becerikli iş adamlarımızın ve işletmelerimizin büyük bir rolü vardır.

Bu dönemde daha neler oldu? Doğu Blok’u çöktü, Berlin Duvarı yıkıldı, Komünist ekonomiler hızla piyasa ekonomisine evrildi. Kontrollü bir şekilde piyasaya geçen, dünün komünist ülkesi Çin, Dünya’nın en rekabetçi kapitalist ekonomilerinden biri haline geldi. Sınırlar geçirgenleşti, bir bakıma kalktı.

Bu gelişmelerin gerçekleştiği bu çeyrek yüzyılda, 20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçişi tamamladık. Tüm bu siyasal ve ekonomik değişikliklerin yanında, yaşanan çok önemli bir değişimi de atlamayalım: Bilişim teknolojilerinin baş döndürücü gelişimi. Çok uzun değil, 15 yıl kadar önce faaliyete başlayan İnternet ağı, günümüzde tüm dünyayı sarmalayan sonsuz bir bilgi deposu ve iletişim ağı haline geldi. Bizler, bu kadar çok değişimi bir arada görebilen bir kuşak olarak çok şanslıyız.

Yukarıda uyum kabiliyetlerinden ve iş becerilerinden övgüyle söz ettiğim iş adamlarımızın ve işletmelerimizin bu sürece uyum sağlamasında Logo Yazılım’ın büyük bir katkısı vardır. Küçük bir bakkal dükkânı işletmek için bile finans uzmanı olmanın gerektiği o yüksek enflasyon günlerinde, girişimcilerimiz, ürünlerimizin sunduğu olanaklarla tüm zorlukların üstünden geldiler. Biz onlar için bilişim teknolojilerini ülkemizin koşullarına ve gereksinimlerine göre yorumladık, hepsi önemli bir ödüle imza atan birbirinden güzel ürünler geliştirdik. Edirne’den Van’a, Bartın’dan Hakkari’ye, Rize’den Muğla’ya ülkemizin her bir köşesinde yüz binlerce küçük, orta ve büyük işletmeye çağdaş teknolojinin nimetlerini sunduk. İşletmelerimizi yüksek enflasyon engelinden atlattık, küreselleşmeye hazırladık. Onlar yurtdışına açıldılar, biz peşlerinden gittik. Milyonlarca Türk vatandaşının bilgisayarla tanışmasına ve onun ustası olmasına yardımcı olduk.

Globalleşen ve bilgi ağırlıklı olan günümüz ekonomisinde de verimliliğin anahtarının “akıllı çalışma” olduğunu söylüyor, büyük ekonomi düşünürü Drucker. Akıllı çalışmanın ise kolay bir tanımı ve tahmin edilebilecek bir sınırı yok. Sürekli gelişmek zorunda olduğumuzun daha kısa bir ifadesi olamazdı. İşletmelerimize “nasıl daha fazla katkıda bulunabiliriz”i ararken Diyalogo yaklaşımını geliştirdik. Diyalogo’nun İnternet’te başarılı olmanın en önemli araçlarından biri olmasını hedefliyoruz.

Diyalogo herkese kendini tanıtabileceği bir profil sayfası ve her işletmeye bir web sitesi yapma olanağı veriyor. Ama bunun yanında etkin bir ilişki motoruna sahip. Sistem sizi iş yapmak isteyebileceğiniz kişilerle tanıştırıyor. İş yapmanın maliyetini düşürüyor, tanışma, deneyim ve paylaşma yoluyla sinerjiler yaratıyor. Bunun yanında, Diyalogo bir bilgilenme ve öğrenme ortamı. Burası işletmelerimizin Dünya’yı daha iyi anlamaları için ihtiyaç duyabilecekleri, özgün veya derleme faydalı bir içerik ve bilgi deposu. Diyalogo küresel ve ulusal düzeyde bir bilgi deposu olmanın yanında yerelliğe de önemli bir vurgu yapacak. İnternet ne kadar sınırları genişletmişse de yaşadığımız ve çalıştığımız yerle varız. Diyalogo’da öğrenecek, tanışacak, bilgi paylaşacak, öğretecek ve öğrenecek, ticaret yapacaksınız. Umuyoruz ki Diyalogo size çağdaş rekabette başarının da anahtarı olacak.

Sonraki yazılarımızda görüşme dileklerimizle...


www.diyablog.diyalogo.com